Şu kadar ay kaldı, bu kadar gün kaldı, hazırlıklar tam mı, hava orada kaç derece, bir pesos’un TL cinsinden karşılığı nedir… derkeeennnn yola çıkma vakti gelmiş. Benden çok dostlarımda bir merak, bir heyecan. İnsan gezme arsızı olunca galiba biraz kaşarlanıyor kaba tabirle; üstünü kaplayan küf tabakasıyla o uykuları kaçıran heyecanı hissedemez hale geliyor. Elbet var bir merak, bir keşfetme coşkusu, bir göreve başlamanın verdiği sabırsızlık var ama o gezmeden çok buzul heyecanı, kuzey kutbundan sonra güney kutbuna gitme heyecanı, üzerinde yaşam sürülen en güney kara parçasına ayak basma heyecanı. Benzer deneyimleri daha önce Nordkapp’ta, kuzey kutbundaki son kara parçasından Kuzey Buz Denizi’ne el sallarken ve Güney Afrika’nın Ümit Burnu’ndan da daha güneydeki, son noktası Cape Agulhas’ta, deniz fenerine çıktığımda yaşamıştım. Bu sefer de Ushuaia’dan Antarktika’ya el sallayacağımı düşünmek heyecan verici…
THY’nin Sao Paulo duraklı Buenos Aires uçağı Atatürk Havalimanı’ndan saat 09:30’da başlıyor on yedi saat sürecek yolculuğuna. Uçak tıklım tepiş dolu; ne de olsa hem Sao Paulo hem de Buenos Aires yolcusu var. Şeytan diyor ki in Sao Paulo’da, bir gecelik churrascaria + caipirinha nostaljisi yap ama serde Perito Moreno var; bilinmez “gel beni keşfet” derken eski sevgiliyle zaman kaybetmenin ne anlamı var…
Öte yandan geceyi sabaha bağlayan dost meclisi balkon sohbetlerinin demiyle gözler uykuyla ölesiye seviş halinde. Uçağın kalkmasını bile bekleyecek mecal yok. Gitti, gidiyor derken dikiz komşuyla göz göze geliyoruz. Yandaki orta dörtlüde familyasıyla konuşlanmış. Ancak dördü de buraya odaklanmışlar. Tanışıyormuyuz diyecem de, abi ve familyası Arjantinli. Sırayla ve nöbetleşe odaklanarak dikizi sürdürüyorlar… Ben de onlara bakarsam belki anlayıp vazgeçerler diye düşünürken uçağın içindeki insan çeşitliliği derhal yazmaya başlamam gerektiğini fısıldıyor kulağıma.
Hemen çıkarıyorum çantamdan jilet gibi ambalajındaki, gıcır gıcır Fabio Ricci’mi… Nasıl da tahrik ediyor, çıkar beni kılıfımdan, dokun birer birer yapraklarıma, dök içindekileri sayfalarıma diye. Hangi tatile sensiz gidilir ki Fabio Ricci?! Kime anlatılır sonra an be an yaşananlar? Nasıl hatırlanır sonrasında?
Heyecanla yırtıyorum ambalajını ve açıyorum ilk sayfayı. Kalem direkt okşamaya başlıyor zaten ilk sayfayı. Uykunun göz kapağına cilvesi kısa sürüyor. Ve derken içecek servisi başlıyor. Buz gibi Tuborg’um da yan balkon yapıyor artık Fabio ile muhabbetimize. Yemekte önceden siparişi verilmiş şahane bir balık var, kulakta ise Imam Baildi. Vallahi yaaa, yemekte değil, buldum onu THY dünya müziği listesinde. Yunan ezgileri, mis gibi… Yol hiç bitmese diyecem neredeyse de, on yedi saatin sonunda bitse iyi olur sanki.
Kafamda bin türlü film sahnesi canlanıyor… Akşamki balkon muhabbetleri, dostlarımın « seni tek parça halinde geri istiyoruz » diyerek uğurlaması, çöl sıcağından buzul soğuğuna gidiyor oluşum, bu Fabio’nun astigmatlı gözlerime inat çizgisiz çıkışı… derken tribal hallerim yan komşu abinin bakışlarıyla bozuluyor 🙁
Bu arada müzik değiştiriyorum; « The very best of El Alma de Lila Downs » dinliyorum ve yüksek şiddetle tavsiye ediyorum, inanılmaz güzel. Zaten pek bi severim ben bu hatunu, bu albümü gerçekten pek bi very very best olmuş. Ben de ister istemez mest oldum…
Türkan geliyor bir anda aklıma. Acaba ne vakit rotam Dubai’ye döner de o otuz metrelik kaydıraktan atlayabilirim havuza?… Allah allah, erken mi jet-lag oldum ne?! Gözünü sevdiğim uykusuzluk kafası. Ohh, yan komşu abi ve tüm familyası transa geçmiş; yaşasın özgürlük. Zaten gökyüzünde uçuyoruz şu anda, kuşlar gibi… Altımızda çöl gibi bir arazi var. Acaba Atacama’ya ne zaman giderim ki? O kadar da yakınında olacağım ama bu sefer zaman yok oraya. Arkadaş, nedir bu içime kaçan çözemiyorum ki… Gezerken bile gezesim var…
On yedi saat uçup, altı saat geriye gidip, otuzlu değerlerdeki sıcaklardan onlu derecelere iniş yapınca vücut kimyasal değişim gösteriyormuş. Buna paralel olarak kılık, kıyafet ve uyku saatlerinin de değişim göstermesi gerekiyor.
Havaalanına iner inmez çantadan pantalon, kazak, çorap, mont çıkıyor, yetmiyormuş gibi flip flop ferahlığındaki patiler kar botlarının içine hapsediliyor. Yine de beş derece diye hazırlandığın havanın on iki derece olduğunu öğrenmek harika… MİS gibi Buenos Aires işte… Sırada şehir merkezindeki hostele gidip odaya yerleşme macerası. Havaalanından merkeze gitmek için çeşitli seçenekler var. Bunların içerisinde en ucuzu elbette belediye otobüsü. Ancak öncelikle otobüsün nereden geçtiğini, sonrasında önünden geçip giderken senin el salladığın otobüsün nerede yolcu indirip bindirdiğini anlamak ve tüm bu savaş sürecinde sana ıslık çalıp, her türlü tacizde bulunan taksi şöförlerini atlatmak gerekiyor. Yoksa merkeze giden birçok belediye otobüsü var. 8 numaralı otobüste başlayan serüven daha ilk dakikasında bilet seremonisiyle şenleniyor. Yerel halk içine para yüklenen bir kart okutarak geçiyor ya da şöförün arkasındaki şeffaf kutuya şangır şungur bozuk para atıyor. Ne olup bittiğini anlamaya çalışan ecnebilerin imdadına da yardımsever teyzeler yetişiyor. Bedeli iki kişi için on pesos; sudan ucuz. Merkeze uzaklık yirmi yedi kilometre, ancak bu otobüsle bir saatten fazla sürüyor, zira şöför gördüğü her sapaktan dalıyor, adım başı yolcu indirip bindiriyor. Görünen o ki bu şehirde hayat Cumartesi geceleri bitmiyor… Otobüs sallandıkça, durup kalktıkça bende rüyalar mekan ve figüran değiştiriyor, kafa öne düşüp düşüp, geri kalkıyor. Veee nihayet mutlu son; yirmi yedi kilometrelik yolculuk epey bir zaman sonra sona eriyor ve hostele ramak kalıyor. İnşallah odaya ve yatağa kavuşmak da bir an önce nasip olur. Hostele giriş kapısı şifreli olup, resepsiyonda kimse yoksa tam Welcome to Buenos Aires 🙂
Neyse ki işler yolunda gidiyor ve tam da uykuyla kaçamak sevişirken Hostel Parada kucak açıyor önceden rezerve edilmiş odasıyla. Mis gibi yatak, mis gibi uyku… Tabi saatler ve alarmlar ayarlanmalı ki sabah jet-lag sürpriziyle karşılaşılmasın.
Saat 08:00; günaydın Buenos Aires, günaydın Eva Peron, günaydın croissant & café’den ibaret kahvaltı. Adamlarda menemen, omlet, simit, domates, peynir, zeytin zenginliği oluşmamış. Amaaannn, ne fark eder; mideyi değil, kültürel bağlamda beyni, ruhu doyurmaya gelmedik mi?!
Öyleyse başlayalım şehri keşfe. İlk durağımız 9 Temmuz Meydanı ve Obelisk. Sağda, solda hala ellerinde litrelik bira şişeleri, akşamın muhabbetini bitirememiş gençler var. 9 Temmuz Meydanı on altı şeritli, dünyanın en geniş caddesi. Sen karşıdan karşıya geçerken acaba kaç kişi ölüyor, kaç çocuk dünyaya geliyor, kaç kişi aşık oluyor ve kaç çift ayrılıyordur? Devreleri fazla zorlamadan dalalım şehrin sokaklarına, Florida Caddesi’ni takip ederek çıkalım saat kulesi ile Arjantin’in İngiltere ile adalar savaşı Faulkland’da ölen askerlerin anısına yapılmış anıtın bulunduğu Libertador General San Martin Meydanı’na.
Buradan da çevirelim adımları 25 de Mayo Caddesi üzerinden eski liman bölgesi Puerto Madero’ya. Buenos Aires, yani güzel havalar şehrinin her köşesi ayrı güzel. Eski liman bölgesi apayrı bir keyif. Vinçler, eski mi eski antrepolar (tabi günümüzde hepsi cafe, restaurant olarak hizmet veriyor), ortada leş gibi, çamur renginde akan bir nehir, limanda demirlemiş yelkenliler ve hatta bugün müze hizmeti veren savaş görmüş gemiler. Nehrin iki yakasında yan yana dizilmiş şık cafeler havanın da güzelliğiyle dolup taşmış.
Bir de beyaz köprü var bu iki yakayı birleştiren. Tango yapan bir kadının bacak hareketi biçiminde tasarlanmış, oldukça estetik. Alttan akan çamurumsu suyun suçlusu ise Arjantin ve Uruguay arasındaki körfeze dökülen La Plata nehriymiş. Uzun sözün kısası Puerto Madero tuğladan yapılmış upuzun binaları, vinçleri, cafeleri, köprüleri, yürüyen, koşan, köpeğini gezdiren insanlarıyla görülmeye değer.
Günlerden pazarsa eğer mutlak rotanız Sal Telmo olmalı! Tangonun mahallesi olarak anılan bu bölgedeki Defensa sokağına boylu boyunca tezgahlar sıralanıyor her pazar. Yan yana dizilen tezgahların uzunluğu kilometreleri buluyor.
Cıvıl cıvıl sokağı arşınlarken rengarenk tezgahların büyüsüne kapılıp da o tarihi eczaneyi görmeden geçerseniz çok yazık olur gerçekten. Pazar günü olduğu için kapalı elbet ama yalnızca kapısından tavanını görmeye bile değer inanın.
Sokağın bir tarafı Plaza de Mayo’ya çıkıyor. Meydanın en büyük özelliği beyaz başörtüsüyle temsil edilen Perşembe Anneleri. Bizdeki Cumartesi Anneleri gibi aslında. Tek farkları benzer şiddete maruz kalmıyor olmaları. Cunta döneminde kaybolan çocuklarının haklarını otuz yıldır arayan bu anneler, meydanın zeminine işlenmiş beyaz başörtüsü sembolleriyle sahiplenmişler burayı. Her perşembe burada toplanırlarmış. Bir de temsili mezarlık var meydanda.
Plaza de Mayo, Cumhuriyet rejimine geçen Arjantin için bir dönüm noktası. Tam ortada bulunan Piramide de Mayo (beyaz anıt) 1810’daki bağımsızlık hareketindeki devrimcilere adanmış. Karşısındaki pembe bina ise Casa Rosada, yai başkanlık sarayı. Rengini biri kırmızı, diğeri ise beyaz ile simgelenen iki siyasi partinin birleşiminden almış. Binanın balkonundan Arjantin halkının bir kısmının çok sevip, bir kısmının ise nefret ettiği başkan Juan Peron karısı Eva Peron ile halkı selamlamış.
Meydanın bir başka görmeden olmazı ise Metropolitan Katedrali. 1836 yılında tamamlanmış, bir mimarlık harikası. İçeride Arjantin, Peru ve Şili topraklarının kurtarıcısı General Jose de San Martin’in mozolesi, İsa’nın çarmıha gerildikten sonraki halini bir mumya kadar gerçekçi betimleyen yatar durumdaki heykeli, vitrayları ve dış cephesinde General Jose de San Martin ve meçhul askerlerin anısı için hiç sönmeden yanan meşalesiyle mutlaka görülmeli. Bina aslında ön cepheden bakınca hiç de katedrale benzemiyor; ne bir çan kulesi ne de kubbesi var. Bütün cevher içinde gizli ve giriş ücretsiz.
Metropolitan Katedralini arkaya alıp Defensa sokağına girince ucu bucağı belli olmayan curcuna yeniden başlıyor. Renk renk ve çeşit çeşit mate bardakları başta olmak üzere tango temalı türlü hediyelik eşya satılan tezgahların arasından yayılan mis kokulu dumanlar iştahı zirveye çıkarıyor. Garaj, otopark, okul bahçesi, kısaca avlu benzeri her türden alana üç, beş masa atılmış, harika müzikler yapan üç, beş Arjantinli, tango yapan iki kişi ve elbette baş köşede koca bir mangal, üzeri kilolarca et ve choripan ile dolu. Choripan, oldukça yağlı ve tuzlu bir sosis türü. Lomo yemeden dönmek mideye haksızlık, Arjantinlilere de saygısızlık olur sanırım.
Ufak bir ekmek parçasının içine ateşte nar gibi pişmiş iki parça et koyarak servis ediyorlar. Fiyatı elli beş peso ve oldukça doyurucu. Ancak eti pişirip servis eden abinin adalet anlayışı biraz farklı. İlk turda verdiği iki küçük parça etin hırsıyla ikinci kez sıraya girip, tezgahta pişen iki küçük parçayı görünce sıradan çıkarak o küçük parçaların başka birilerinin kaderi olmasını beklerken yeni müşteri gelmemesi ve bunu da takiben abinin tezgahtaki üç, beş parça eti bir tasa koyup gitmesi kısmetsizliğin dip noktası oluyor. Neyse ki az sonra elinde koca bir torba etle geri dönüyor ve ön sıradaki Japona sonuna kadar cömertlik sergilerken sıra bize geldiğinde yine minimalist kimliğine bürünüyor ve ekmeğin arasına iki küçük et koyuyor. Etlerde en ufacık bir sinir ya da yağ olmayışı gerilen sinirleri yatıştırıyor neyse ki. Demek o da böyle bir adalet sistemi oluşturmuş kendince 🙂 Kız kıza dans eden tangocuların tuhaf görselliği eşliğinde lomolar önce damağı, sonrasında ise mideyi şenlendiriyor.
Bu sokakta gerçekten hayat var. Her yerden müzik sesleri yükseliyor. Her tarafta bir cümbüş. İnsan yerinde duramıyor.
Ve bir başka görmeden geçmemeniz gereken yer Mercado, yani pazar yeri. İster yerel tatları denemek, ister yerel yaşamı gözlemlemek için uğrayın, ama burayı gezinizden eksik bırakmayın.
Oraya dal, buradan çık derken meraklının başına gelir tesadüfün en güzeli. Terkedilmiş, metruk bir binanın bahçesindeki canlı müziğin peşine takılıp, binanın içinde adeta bir hazine buluyoruz. Ne yalan söyleyeyim, içerisi leş gibi kokuyodur diye girmeye çekinirken duvarlardaki graffitilerin büyüsüne daha fazla karşı koyamıyorum. İçeride tam anlamıyla bir direniş, kayıtsız bir başkaldırı sanatlaştırılmış. Yerini ve ismini bile bilmediğim, ara sokaklara girip çıkarken tesadüfen geziye dahil olan bu bina umarım her San Telmo’ya yolu düşenin gezi anılarında yer alır.
Elimdeki fotoların tamamını paylaşmak isterdim ama sizi gezimizden fazla uzaklaştırmak istemiyorum. Bu nedenle sizi buradan çıkarıp kalabalığın içine atıyorum. İtişe kakışa yürümeye çalışırken bir alt sokakta bir başka sürprize takılıyor, bir anda 1760 tarinden kalma bir hapishanede buluveriyoruz kendimizi. Gezgin olmanın güzelliği de bu değil mi zaten. Sokak müzisyenlerinin notalarında hoplayıp zıplarken bir anda kendini bir mahkumun hücresinde bulmak. Duvardaki fayanslara çiziktirdiği geçen günleri, kalan süresi ve her ayrıntısıyla bir mahkumun hayatı. Burası Museo Penitenciario olarak adlandırılan ve günümüzde müze olarak hizmet veren eski bir hapishane. Üstelik gezip görmek için ücret ödemiyorsunuz.
Başlangıçta yaşlı rahipler için bir huzurevi olarak kullanılan bina Cizvit kurumlarına ait bir kompleksin parçasıymış. Daha sonra hastane, depo ve borçluların cezaevi olarak hizmet vermiş. 1978 yılı itibariyle cezaevlerinin tarihini yansıtan üniformalar, silahlar, belge ve fotoğraflar sergilenmek üzere bir cezaevi müzesine dönüştürülmüş. Ayrıca avlusu şehrin en eski avlularındanmış.
Sizin de bakarken içiniz sızlıyor mu? Ne hayatlara dokunuyor insan gezerken. Ve kimlerle kesişiyor yolları. Tam da bu piyanonun başında fotoğraf çekerken Başak’a denk gelişimiz gibi. Moda’da yaşayan, Nişantaşı’nda muayenehanesi olan ve her yıl hayatına bir aylığına Es veren, cesur bir alternatif tıp uzmanı Başak. Her yıl kendine çaldığı o bir ay süreyle dünyayı geziyor. Ayak üstü sohbetimize yerinde duramayan yol arkadaşı, devlet tiyatrosu sanatçısı Duygu da katılıyor. Sohbetin ana konusu ise geziler, öneriler, “şurayı gör, burada ye, oraya gitme” ler.
Bu kadar hüzün yeter, ve hatta bu kadar gezme de. Bize kalsa hiç durmaksızın gezeceğiz bu hayat kokan şehirde fakat ayakların botlarla imtihanı ayakların ezici isyanıyla son bulmak üzereyken geldiğimiz parkuru izleyerek hostele dönmek en doğru karar olacak.
Şehrin akşam hallerini yansıtan birkaç fotoğrafla bugünü noktalandıralım o halde. Sabaha enerji toplayıp şehrin farklı sokaklarına dalalım.
Hostel odamızda deliksiz bir uykuyla geçen ilk gecemizin sabahında 6’da uyanıveriyoruz. Bugünkü gezi rotamız olan şehrin en renkli, en varoş, en gezilip görülesi mahallesi La Boca’nın meraklı telaşından mıdır yoksa vücut saatimizin hala İstanbul’a göre işlediğinden mi bilinmez ama güne erken başlamak her zaman iyidir. Hele bir de o uyku mahmurluğunu beynine çiviler çakarcasına soğuk bir duşla atıp, üstüne bir de bol peynirli omlet, kruvasan ve kahveden oluşan kahvaltıyla kendini şımartınca bütün gün gezebilir insan.
Taa ki botları giyip de sağ ayak bileği kemiğinin botun boğazıyla girdiği amansız çatışmaya kadar. Ne yapsam olmuyor ; tek çözüm bileği o cendereden kurtarmak. Eldeki tek alternatif ise parmak arası terlikler. Dışarıda da ısıran bir serinlik olunca çorap üstü terlik zontalığında gezmeye devam. Oturmaya gelmedik ya; koşullar ne olursa olsun yılmak yok!
La Boca gezimize yine Defensa sokağından başlıyoruz. Nerede o dünkü curcuna ?! Sokak sıradan bir sokak ; o rengarenk tezgahlar, mangallardan yükselen kokular ve insanın kaburgalarına çarpan ritm sesleriymiş burayı karnavala dönüştüren. Sokağı boylu boyunca yürüyüp, Lezama parkını geçtikten sonra Regimiento de Patricios’u takiben sola, Del Valle üzerinden Irala’ya bağlanıp, az ilerden yine sola, Brandsen’e dönünce dev gibi Deportivo Boca Jrs stadı sarı-lacivert cüssesiyle ve kapısına yığılmış, fotoğraf sırası bekleyen turist güruhuyla karşınızda beliriveriyor.
La Boca, daha adım atar atmaz insanı içine çeken rengarenk, enerji dolu bir semt. Akşam olduğunda pek güvenli olmadığı söyleniyorsa da gündüz vakti mutlaka görülmeli. Buenos Aires’deki ilk yerleşim bölgesi, tangonun doğum yeri ve Maradona’nın futbol kariyerinin başlangıç noktası olmasının ötesinde şehrin tartışmasız en renkli köşesi. Sacdan yapılmış, kapısız rengarenk evlerin öyküsü de en az kendileri kadar ilginç. Burası eskiden liman bölgesi olduğundan sakinleri de liman işçileriymiş. O dönemde işçilere para yerine limanda kullanılan malzemelerden verilirmiş, en çok da artan gemi boyaları verilirmiş. İşçiler de emeklerinin bedeli olarak aldıkları bu parça pinçik boyalarla çoğunluğu sac, yer yer de ahşap malzemeyle inşa ettikleri evlerini rastgele boyarlarmış. İşte bu sebeple rengarenk olan bu evler bugün bu semti benzersiz ve ilgi odağı kılıyor. Özellikle Caminito tam bir renk cümbüşü.
Adımlarımız tangonun doğum yerinde ilerlerken sokaklarda, cafelerde, köşe başlarında tango yapan dansçılar görmek ve bandoneon ezgileri duymak son derece olağan gelmeye başlıyor bir noktadan sonra. Fotoğraf makinenizi kapatmaya bile fırsat bulamayacağınızı garanti edebilirim. Çarşı, pazar, hediyelik eşya derken mangallardan yükselen kokular aklınızı başınızdan alıp, beyninize açlık sinyalleri gönderecek. Ve size iki alternatif kalacak ; ya turistik restaurantlardan birinde sokak üstü bir masaya konuşlanıp, tango seyrederken midenizi mutlu edeceksiniz, ya da biraz daha stadyum tarafına çıkıp, daha salaş bir yerel lokantada yarı fiyatına karnınızı doyuracaksınız. Ancak, şunun altını çizmeliyim ki benim tercihim olan ikinci seçenekte masaya mangal üzerinde gelen karışık et menüsünde tek yenebilecek tavuktu. Zira elim büyüklüğündeki etlerden kimisi kemik etrafında dekor, kimisi ise bıçak saplayınca kan fışkıran cinstendi. Bizim masaya denk düşen hayvan mı yapı itibariyle asabiydi bilemiyorum ama sonuç olarak mekanın kuçusuyla kanka olduk ve yüz kırk pesos karşılığında minik dostun karnı doydu. Yüz yirmi pesos fiyat verdikleri iki kişilik karışık et porsiyonunu yemek için yirmi pesos masa işgal bedeli kesiyorlar. Masa kaldırımın orta yerinde, satın almaya kalksan dört sandalyesiyle o parayı etmez ! Ekmek arası lomo bin kat daha lezzetliydi.
Yarım gün öngördüğüm La Boca daha fazla zaman alıyor ve bu zamanı harcamaya da sonuna kadar değiyor. Merkeze dönmek otobüsle mümkün ama yürümek her zaman bir şehri keşfetmenin en güzel yöntemidir. Ve sonuç olarak günün ikinci yarısı için planladığım Recoleta gezisi saat engeline takılıp zorunlu erteleme sürecine giriyor. Neyse ki hala merkezde görülmedik yerler var.
9 Temmuz Caddesindeki (Avenida de 9 Julio) Teatro Colon öncelikle göz merceğiyle hafızaya, sonrasında kamera ile anılara kaydedilmesi gereken bir tarihi güzellik. Estetik harikası bir bina. Kim bilir orada bir oyun izlemek nasıl bir keyiftir ama bilet al, zaman ayır, dilini de anlama. Bırakalım en güzeli hayallerimizde kalsın.
Gezdiğin memlekette kış mevsimi olmasının en büyük sıkıntısı erkenden akşam olması. Hava erkenden kararıyor, bir sürü yer kapanıyor, en önemlisi de senin metabolizman gece oldu sanıp, dinlenme moduna giriyor. Yine de hostele dönerken boş geçmeyip, günün her saati önünde kuyruk olduğu söylenen Café Tortoni’yi görmek iyi bir fikir sanki. Bütün özelliği tarihi bir mekan oluşu ve buna bağlı dekorasyonu. Aklıma Beyoğlu’ndaki İnci pastanesinin akıbeti geliyor da, boğazım düğüm düğüm oluyor. Daha neler neler var memleketimde çıkar uğruna yok edilmiş. En iyisi hostele dönüp, insanlığıma söven patilerimi mutlu edeyim.
Gecenin bir yarısı hava saldırısıyla savaş çıktı diye yatağından fırlar mı arkadaş bir insan ?! Bs As’de yağmurlar böyle yağıyormuş. Daha doğrusu gök gürültüsü hava bombardımanı şiddetinde seyrediyormuş. Yağmur ki ne yağmak ama. Gök zaten delinmiş, birazdan çatı delinecek. Bütün şehri sel götürüyor, yaşasın en üst katta olmak. Bir taraftan bu havada kupkuru, sıcacık yatakta miskinlik yapmanın keyfi, öte yandan buraya gelmek için bu kadar para vermiş olup daha keşfedilmeyi bekleyen yerler listesi. Perdeyi açıp yağmura bir hırlasam çekip gider mi acaba ?… Geçen akşam marketin önünde elimde bira şişeleri, beklerken yanıma yaklaşan berduşa öyle bir hırlamışım ki, zavallı, arkasına bakmadan, elleri havada geri geri kaçtı gözlerimdeki şiddetin korkusundan. Belki de istediği sadece biraz biraydı ama beni korkutmuştu, ya da ben yorgundum, gergindim, vesaire, vesaireydi…
Gidermisin lütfen gök gürültülü sağanak yağmur, yoksa sana da berduşa pisleştiğim gibi pisleşeyim mi ?!
Buz gibi bir duş – soğuk suyla duş vücudu diriltir ama buradaki suyun soğukluğu beyin hücrelerini dirilten cinsten- üstüne hostel mutfağında, ilkel koşullarda ama kendi zevkine göre hazırladığın omlet yağmuru dindirecek enerjiyi bile verir insana. Şaka bir yana, Allah acıdı da durdurdu o şelale gibi gürleyen yağmur. Böylesini daha önce Batang Ai’de, yağmur ormanının ortasında görmüştüm. Tüm gün yağsa ancak kanoyla gezilirdi.
Yağmur durduğuna göre ilk hedef Recoleta Mezarlığı. Burası 19. Yüzyıldan bu yana Arjantin’in kalbur üstü tabakasının gömüldüğü yer. Ve her bir mezar adeta bir anıtsal yapı. Daracık yollara bitişik inşa edilmiş mezarların bazıları şapel niteliğinde. Kimi inanılmaz estetik heykellerle süslü, kimi ise içinde yaşam sürülecek kadar ihtişamlı. Bazıları unutulup, kaderine terk edilmiş, köhneleşmiş.
Giriş kapısından dümdüz ilerleyip, sınırdaki son düzlüğe gelindiğinde kanımca en zengin ve önemli insanların mezarları görülüyor. İşin garibi ise Eva Peron’un 188 numaradaki mezarı. Her ne kadar en çok ziyaretçi akınına uğrayan olsa da bana göre mezarlıktaki en sıradanlardan bir tanesi. Ya ben çok ihtişamlı bir yapı yakıştırdım kendisine, ya da o çok mütevaziydi. Yine de en çok ziyaretçi çeken o kuşkusuz.
Mezarlığın tamamını detaylarıyla gezmek epey zaman alır ama sırada Palermo var görülmesi gereken. Av. Las Heras üzerinden Plaza Italia’ya çıkıp, oradan J. L. Borges’i takip ederek Palermo Soho’ya varıyoruz. Ancak, pek de görülmeye değer bir şey yok. Biraz daha alt tarafta bulunan Palermo da kalabalık ve gürültünün ötesinde çok enteresan sayılmaz. İyisi mi metroya binip merkeze dönmek.
Av. Santa Fe’deki Carranza’dan bindiğimiz D hattının son durağı Mayo Meydanı’na çıkıyor. Buradan sonra dalıyoruz mesai bitimi kalabalığına. Ancak, sen sen ol gözünü dört aç ; yoksa elin Arjantinlisi şehrin en hareketli caddesi Florida’da senin belinden sarkan çantanın fermuarını açar, içinde aradığını bulamamış olmanın verdiği « lanet olsun » tavrıyla gerisin geriye koşarak uzaklaşır, sen de neyse ki para değil de fotoğraf makinesi vardı diye şükür edersin haline ????
Patilerin isyanı hostele dönüş vaktini anımsatırken öte yandan bu gece yatay pozisyona geçebileceğimiz ne bir odamız, ne de yatağımız var. Bu gece Bs As’den Ushuaia’ya geçiş vaktidir. Sabah 04 :45 olan uçuş saatine kadar hostelin restaurant, koridor, mutfak gibi ortak alanlarından yararlanıyoruz. Neyse ki Resepsiyonun yanında tertemiz bir tuvalet, koridorda yayılabileceğimiz koltuklar, Restaurant’da su sebili, mutfakta da ocak ve buzdolabı var. Bir de havaalanına atabilirsek kendimizi, ver elini Ateş Toprakları.
Sizlere şimdilik veda ediyorum. Ushuaia yazımda buluşup, bu şehri birlikte terk edelim ve yeni keşiflere, yeni hikayelere kanat açalım. Bakalım bu sefer başımıza neler gelecek ????