O samanyolu altında salına salına girdiğimiz betonarme odamızda oksijensizlik ve soğukla çatışmalı gecemiz hayli çetin geçti haliyle. Mont, bere, eldiven üstüne odada ne varsa örtünerek tek beton yatakta ısıların gücü adına ne gerekiyorsa yapmamıza karşın eksi yirmi derecelerde dans eden iklim koşulları canımıza okuyor. Üstüne bir de 5000 metre oksijensizliğini katınca hapishane hücresinden hiçbir farkı olmayan odamızın beton koridorunda volta atmak olayın raconuna cuk oturuyor. Şurada sabahın 4’üne ne kaldı zaten. Gün ağarmasına epey bir zaman kala donarak yaptığımız kahvaltımızın içeriği berbat denebilecek bir kayısı aromalı ayran ve şekerli bisküvi. Yesen, boğazdan geçmiyor, yemesen öğlene kadar açsın! Yiyoruz haliyle, güzelmiş gibi düşünmeye çalışarak. Demir çene ve ekürisi tüm küslükleriyle masaya gelip ne var ne yoksa süpürüyorlar. Anne-kız ise sofrada kalanları çantaya doldurup cipteki yerlerine doluşuyorlar. Şoförün bagajları yüklemesiyle teker dönüyor. Fakat bu kez gerçekten yol yok. Bildiğiniz çorak çölün ortasında, kaktüslerin içinde sallan yuvarlan yol almaya çalışıyoruz. Demir çene, upuzun bacaklarıyla o daracık koltuğa sığışmaya çalışarak insanlık algısından taviz vermezken, her sallantıda tavana çarpan sivri kafası yeni bir sun roof açmak üzere! Hissedilen soğuk tahammül sınırlarınız çok ötesinde. Ve işin asıl dumur kısmı cipin kaloriferinin çalışmıyor olması. Böylesi zor koşullarda gerçekleşecek yolculuğunuza böyle bir arızayla çıkarılıyor olmanız çok da yabancı olduğumuz bir esnaflık anlayışı değil aslında. Aracın içi öylesine soğuk ki, ne termal içlik, çorap kar ediyor, ne de kar botu. Ayak parmaklarımın uyuşarak, his kaybettiğini söylerken inanın abartmıyorum. Gecenin karanlığını delen cipin uzun farları topraktan göğe fışkıran basınçlı dumanları aydınlatırken bir anda tüm dikkatler orada odaklanıyor. Böyle bir şeyi hayatımda görmedim!
Hem görüntüsüyle hem de çıkardığı sesle ürkütücü. Yanına kadar yaklaşınca bir anda tüm tazyikiyle patlayıp başka bir gezegene uçuracak sanki yanında ufacık kalan bedenimi. Zaman içinde çöle dönüşmüş eski bir göl yatağında jeotermal enerji kaynaklarının toprak altından püskürmesiyle yükselen minerallerin bu nefes kesici görüntüsünü görebilmek için sabahın çok erken saatleri orada bulunmak gerekiyor. Buna tanık olmak için ne gerekiyorsa yapılır der, çekilirim. Deniz seviyesinden 5000 metre yüksekte 90˚C ısıdaki sülfürik çamur havuzlarının arasına bunlarda yerleştirin. Bakın, gün ağarmaya başlarken tam da böyle görünüyor.
Aslında programımızda gayzerleri gördükten sonra termal su ve çamurlarda çimme molası var ama bu saatte, bu soğukta bunu kimsenin istemeyeceğinden son derece emin şoförümüz, istemese de yapmak zorunda kaldığı görevini tamamlamak üzere Laguna Verde’ye kırıyor direksiyonu, termal sular için dönüşte mola veririz, böylece gün iyicene ağarmış olur diyor. Laguna Verde ismini zümrüt yeşil sularından alıyor. Suya bu rengi veren ise içinde bulunan arsenik, kurşun, bakır ve diğer ağır metaller. Ancak şu anda üzeri buz tuttuğu için rengi görünmüyor. Zaten şoförümüz de bu bahaneyle burayı rotadan elemeyi teklif etmişti. Her ne olursa olsun, buraya kadar gelmişsem görmeden gitmem!
Arka fonu süsleyen 5960 m yükseklikteki Lincacabur Yanardağı suya enfes bir yansıma bırakıyor.
Aracın termometresi eksi on altı dereceyi gösterirken ayakların maruz kaldığı soğuk beraberinde başka sorunlar getiriyor. Hay ben böyle soğuğun da, ısıtma sistemi çalışmayan cipin de içine …. Zaten buraya gelmek için tüm grubu karşıma almışız, inip birkaç fotoğraf çekmeden olur mu? Bizden başka kimse araçtan inmeye bile tenezzül etmezken, sabah bizimle yola çıkan tüm diğer araçların da burada mola vermesi başta şoför, sonrasında demir çene ve avanisine güzel kapak oluyor. Anne-kız, kahvaltıdan artanlarla güzelce karnını doyuruyor. Ve çok geçmeden, termal havuzların olduğu bölgede mola veriyoruz. Buz gibi sabah ayazında kaynar suların havada salınan buharları tam da demir çene ve şoförü içinde haşlamalık ???? Bizim Limalı kız hemen mayosunu giydiği gibi bırakıyor kendisi kaynar kazana. Annesi de bol bol fotoğrafını çekiyor. Havuzlar bir anda insan doluyor, içeride kımıldayacak yer kalmıyor. Zaten bu soğukta soyunup mayo giymeyi aklımıza bile getirmek istemezken, bir de kalabalık üstüne tuz biber oluyor.
Buradan sonra iki yol seçeneğiniz var: Şili’ye, Atacama Çölü’ne devam etmek ya da Kayalar Vadisi ve San Cristobal’ı ziyaret ettikten sonra tura başladığınız kasabaya geri dönmek. Biz, başlangıç noktasına dönüşlü tur satın almıştık. Almaz olsaymışız, bu buz gibi araçta sindirim sistemi de yatak sardı. ???? En arkada yolculuk eden demir çene ve ekürisinin iç organları yer değiştirmiş olmalı!
Ve bir sonraki durağımız volkanik dev kayalardan oluşan Rocks Valley. Burada da anne-kız ve bizden başka inen olmuyor. Birkaç fotoğraf çekip biraz ortamı gözlemledikten sonra araca geri dönüyoruz ama anne-kız ikilisi her zamanki gibi katalog çekiminde.
Az sonra kısa süreli fotoğraf çekimi için ekürisi indiyse de, kapristen midir, nedendir bilinmez, demir çenenin durumu pek iyi görünmüyor. Ve nihayet anne-kızın da teşrifiyle yemek molası vereceğimiz yere hareket ediyoruz. Kısa süreli yol aldıktan sonra son derece köhne bir köyün içine giriyor, derme çatma bir lokantanın önüne park ediyoruz.
İşte tam da burada tüm saldırganlığıyla rahatsızlığını dile getirmeye çalışan demir çene, kendisinin çok rahatsız olduğunu, baş ağrısı ve mide bulantısı şikayetleri nedeniyle daha fazla arka ikilide seyahat edemeyeceğini ve kendisiyle yer değiştirmek “zorunda” olduğumuzu çemkiriyor. Hiç kusura bakma şekerim; senin insani önerindi anne ve kızın tüm yol boyunca aynı koltukları işgal etmeleri… Biz sana insani olanı önermiştik; herkese eşit dağılım, eşit konfor, eşit rahatsızlık ????
Zaten sabah yediğimiz soğuktan sonra kimsede güç, keyif kalmıyor. Menüde pirinç pilavı, ton balığı ve salata var. İştahsızca yiyoruz yemeğimizi. Bende intestinal, Yoldaş’ta gribal dertler. Demir çene darma duman. Kendisini orta koltuğa transfer ediyor, irtifa hastalığına yakalandığını söyleyerek yanımızdaki ilaçtan veriyoruz. İlaç almak istemiyor. Demek son kinini kusmuş az önce yemek için durduğumuz yerde. Ben ve Limalı kız arka ikiliye yerleşiyoruz; aracın en minyon ikilisi olarak ???? Rotamızda San Cristobal kasabası var.
San Cristobal kasabası, dev gümüş ve çinko madenleri olan ilk kurulduğu yerden 21 km uzağa taşınmak zorunda kalmış. Yeni San Cristobal’ın yapımı ise 1999’da tamamlanmış.
Şehir yer değiştirirken taşları tek tek taşınan kilise, sapasağlam ve pırıl pırıl görüntüsüne karşın Bolivia Altiplanosu’nun eski kiliselerindenmiş. Duvarları ve freskleri 17. yüzyıldan kalmaymış. Bu kilise dışında pek de detay olmayan bir yerleşim birimi, küçücük bir köy. Ufak bir pazar alanı, bir de bisiklet turları var.
Bizim içinse bu çöl parkurunun son durağı. Tekrardan yola koyuluyoruz, başladığımız noktaya varmak üzere. Demir çene neredeyse yarı baygın halde ve hala ilaç içmeme konusunda ısrarlı. Yol desen, yol demeye bin şahit ister! Sallanmaktan herkes derin uykuda. Ve nihayet yola başladığımız yerdeyiz. Aslında söyleyecek çok çöz, çözülecek çok dava var da, kiminle neyi çözecen?! Adam senden peşin parayı alıp seni ısıtması olmayan ciple – 16˚ soğukta gezdirdi mi? İngilizce bilen şoför deyip bir kelime anlamayan ve konuşmayan adamı başına çoban diye verdi mi? Çölün ortasında, kaktüs gibi, bu koşullarla cebelleşmek zorunda kaldın mı? Hadi bak keyfine, daha artık neyin hesabındasın?!
Çantalarımızı yüklendiğimiz gibi, gelişimizde otobüsten indiğimiz yeri bulup yan yana dizilmiş otobüs firmalarından Sucre şehrine, akşam olabildiğince geç saat çıkışlı otobüs bileti soruşturuyoruz. Çok fazla seçenek olmadığı gibi iki katlı, yatar koltuklu ve tuvaletli otobüs yok o istikamete. Yatar koltuk olmayışı hiç de rahat yolculuk koşulları sunmazken, tuvaletsizlik ayrı bir dert! Başka şansımız olmadığını görünce alıyoruz biletimizi. Çölde geçirdiğimiz iki geceden sonra bunun da üstesinden geliriz elbet! Dalıyoruz kasabanın sokaklarına. Müzik bizi çağırıyor, eğlence mi, bir anda kendimizi bir kutlamanın ortasında buluveriyoruz. Bir bando takımı ve peşinde ellerinde bira şişeleri, dans edip şarkılar söyleyen bir grup.
Karnımız da iyiden iyiye acıkıyor. İkimizin de durumu neredeyse perişan! Birimiz tuvaletten çıkamıyor, birimiz burnunda mendil tamponlarıyla geziniyor. Salaş bir esnaf lokantasında tavuk menülü yemeğimizi yedikten sonra iyicene kendini gösteren akşam ayazında bir aşağı bir yukarı yürürken, merkezdeki otobüs firmalarının bulunduğu caddenin sonuna doğru köşede gördüğümüz bir firma gece yarısı, çift katlı, yatar koltuklu ve tuvaletli bir otobüs kaldırdığını söylüyor. İkimizin de bu geceki yolu uyuyarak geçirmeye çok ihtiyacımız var. Üstelik birimiz için tuvalet, acil durum gereksinimi olabilir! Alt kattaki tekli yatar koltuklarda önlü arkalı iki bilet satın alıyoruz. Şimdi sırada daha önce aldığımız biletleri iade edip, parayı kurtarma faslı var. Çantalarımızı da emanetine bıraktığımız ÖzUyuni Seyahat’e durumumuzu anlatıp ki zaten aksıra tıksıra konuşan Yoldaş’ın her halinden hastalık akıyor, daha rahat edebileceğimiz bir firmadan bilet aldığımızı söylüyoruz. Hareket saatine çok az kaldığını savunarak talebimizi geri çeviriyorlar. Biz de, hiçbir firmanın o rotaya tuvaletli ve yatar koltuklu otobüs kaldırmadığını söyleyerek bizi kandırdıkları gerekçesiyle saldırıya geçiyoruz. Kıran kırana geçen söz düellosundan sonra ufak bir kesintiyle bilet ücretlerini geri alıyoruz. Bu arada tüm bu söz düellosunu translate yöntemiyle cep telefonu üzerinden gerçekleştirdiğimizi söylesem acaba ne dersiniz? ????
Soğuk iyicene deler geçer kıvama gelince ısınma gereksinimimiz kaçınılmaz boyuta varıyor. Mekanlardaki tepe ısıtıcıları ve sobalar her ne kadar çok çekici görünse de oradan çıktıktan sonraki süreç çok daha acı verici olacağından bilet aldığımız firmanın yarı açık bekleme salonunda zaman geçirmeyi tercih ediyoruz. İçeride, bilet kesen ablanın masasının yanında duran ufacık elektrik sobasından nemalandığımızı sanıyoruz. Bekleme salonu ise tam curcuna. Çoğu yerel halktan olmak üzere insan kalabalığı ve onların üst üste yığılmış kirli bohçaları, yırtık pırtık çuvallara tepilmiş eşyaları. Yer yer de bizim gibi gezginlerin sırt çantaları. Otobüsler peş peşe kalkarken, bizimkinin hareket saati de geliyor. Alt kattaki önlü arkalı koltuklarımıza yatar pozisyonda yayılıyoruz. Yola çıktıktan az sonra bizim kattan bir yolcu tuvalete girmek istiyor, ama tuvaletin kapısı kilitli. Muavini çağırıyor, derdini anlatıyor ama kimse pek oralı olmuyor. Bir müddet sonra genç de yerine oturup uykusuna devam ediyor. Biz de rahatı görünce gevşiyor, uykuya dalıveriyoruz. Gecenin en derin saatlerinde, uykumun en derin yerinde uyandırılıyorum, sevgili Yoldaş’ım tarafından. Tuvalet ihtiyacım olup olmadığını soruyor. Uyku sersemliği içinde konunun ne olduğunu anlamaya çalışırken, bayıra karşı toplu hacet görme molası verdiğimizi öğreniyorum. Evet, yanlış duymadınız; fazla kirlendiği gerekçesiyle tuvaletleri kullanıma kilitleyen kalleş muavin ve şoför koalisyonu gecenin karasında, yolun kenarında durup uygun gördüğünüz bir köşede hacetinizi görmeniz için böylesi bir çözüm üretmiş! Bunların bizden hiç farkı yok yahu!
Neyse ki, bu en lazım yolculukta yatarak dinlenebileceğimiz birer koltuğumuz var. Bakalım bir sonraki rotamızda neler yaşayacak, kimlerle karşılaşacağız. Beyaz şehir Sucre’de görüşünceye dek hoşça kalın, bilmediğiniz yollara dalın.[mappress mapid=”4″]