Cabanaconde’den Arequipa’ya giden otobüsümüz birbirinden güzel manzaralar eşliğinde kıvrıla kıvrıla sarp dağların zirvelerine doğru yol alırken deniz seviyesinden 3700 metre yükseklikteki Chivay kasabasında mola veriyor. Hani şu gelirken otobüsün tekerinin patladığı yer. Otogarda duran otobüsümüzün bir saat sonra hareket edeceğini duyunca etrafı kolaçan etmeye çıkıyoruz. Chivay, küçük bir kasaba, otogarın hemen yanında bir pazar yeri var. Oraya doğru yürüyüp pazara dalıyoruz. Bir de bakıyoruz esnaf lokantası türünde ufak barakalar var, bizim şoför ve iki muavini orada karınlarını doyuruyorlar. Aç değiliz ama görünce dayanamayıp bitişiveriyoruz yanlarına. Çorbaya benzer, içinde kocaman bir et parçası bulunan bir şey yiyorlar. Biz de aynısından sipariş ediyoruz ayak üstü. Et suyuna bol pirinçli, patatesli, havuçlu bir yemek, bir parça da kemikli et var.
Peru’da çoğu yerel otobüs firmasının kullandığı otobüsler bu şekilde. Şoför kabini ile yolcu koltuklarının bulunduğu alan tamamen ayrılmış. Yani ilk seyahatinizde bizim gibi ön ikilide oturma hayaliniz varsa yol boyunca perdesi çekilmiş boş camı seyredebilirsiniz. Bizim şansımız olduğundan bilet satan abla uyarmıştı.
Cabanaconde-Arequipa yolculuğumuza ev sahipliği yapan efsane otobüs. Molalarda motor kapağı açılarak soğuması sağlanıyor. İçi de ayrı efsane!
Pazar yerinde pek çok tezgah kapalıydı.
Pazar küçük, açık tezgah sayısı az, otobüsü kaçırma korkusu da eklenince bir an önce otogara dönmek istiyoruz. Daha bir tane bile lama görmedik, herhalde Cusco’da göreceğiz diye düşünürken yol arkadaşlarımdan bir tanesinin peluş oyuncak yumuşaklığında bebek bir lama olduğunu görüyorum. Onu görür görmez o kadar heyecanlanıyorum ki, bagajda yolculuk yapıyor olmasından duyacağım rahatsızlığı bile unutup direkt yanına, ona dokunmaya koşuyorum. Sanırım o da tanışma faslından pek rahatsız değil ki, koklayıp öpüyor ve kendisini okşamama izin veriyor.
Gören diğer Avrupalı yolcular son derece seviyeli flörtümüzün içine turp sıkıyorlar. Her gelen, hayvanı mıncıklamak ve fotoğraf çektirmek istiyor ama o kimselere bana yaptığı cilveleri yapmıyor. Fazla ilgiden sıkılmış olsa gerek. Yolcular otobüsün etrafında toplaşmaya başlıyor. Kimileri yolluk abur cubur almış, kimisi coca çayı içiyor. Yanımızda kendi aralarında sohbet eden bir grup Fransızdan arkadaşlarının gece Cabanaconde’de HAS (High Altitude Sickness), yani yüksek irtifadaki oksijen seviyesi azlığından boğulma nöbetleri geçirdiğine kulak misafiri oluyor, ağzımın içini yine coca yaprağıyla dolduruyorum. Motor kapağı kapanıp şoför koltuğuna kurulunca biz de yerimize yerleşiyoruz. Yolumuz epey uzun. Daha yukarılara çıkacağız. Ve lama kadar sevimli başka yol arkadaşlarımız olduğunu fark ediyoruz.
Döne döne karlı zirvelere tırmanıyor, otlayan lama sürüleri, göller ve hatta bir de yanardağ geçiyoruz. Yukarılara çıktıkça çoğalan manzaralara ters oranla oksijen seviyesi azalıyor. 4825 metreye kadar yükseliyoruz. Bir yandan yürüyen otobüsün penceresinden fotoğraf çekmeye çalışıyoruz, bir yandan da kaç metre yükseklikte olduğumuzu telefondan takip ediyoruz. Otobüsün içinde herkes yarı baygın uyuyor.
Akşam üzeri güzel bir saatte Arequipa’ya varıyoruz. Gece yarısı kalkacak Cusco rotalı, yatar koltuklu Oltursa yolculuğumuza epeyce zaman olduğundan merkeze gidip oyalanıyor, yolluk alışverişimizi yapıyoruz. Yine konaklamayı yolculukla birleştirip hem zamandan hem de maliyetten kar ediyoruz.
Sabahın ilk ışıklarıyla otogara giriyor otobüsümüz. Hava buz gibi ama güneş şıkır şıkır parlıyor. Otogardan pazarlık yaparak bindiğimiz taksinin şoförü bizi meydanda indirme konusunda ısrarcı davranıyor. Ama biz booking’den rezerve ettiğimiz otelin önünde inip biraz daha uyumak istiyoruz. Uzlaşmak olası değil; taksici kendi dilinde çemkiriyor, biz de kendisine elimizde GPS, İngilizce bizi gösterdiğimiz yere götürmesi için ısrar ediyoruz. Ama meydanda arabayı sağa çekip kontağı kapatınca söverek iniyor, semerlerimizi sırtlanıyoruz. Meydan sabahın bu saatinde bile hareketli. Spor yapanlar, işe, okula gidenler, elinde harita gezmeye erkenden başlayanlar ve meydandaki banklarda sabah keyfi yapanlar. Bir an önce kalacağımız yeri bulup yüklerimizden kurtulmak için yola koyuluyoruz ve çok geçmeden fark ediyoruz ki gitmek istediğimiz yol araç trafiğine kapalı, eski şehrin daracık sokakları. Yani, boşuna onca ısrar edip, onca sövmüşüz taksiciye ????
Kalacağımız yeri ararken yol üstündeki düşük bütçeli otellere de fiyat sormayı ihmal etmiyoruz. Bir otelde ufak, sevimli, tuvaleti ve duşu içinde, penceresiz bir oda buluyoruz, ayırttığımız oda ücretinden daha ucuza ve rezervasyonumuzu iptal edip bu odayı tutuyoruz. Odaya yerleştikten hemen sonra tuvalette su olmadığını fark ediyor, odayı veren kıza durumu anlatıyoruz. Kız, otelde su olduğunu, problemin bu odaya özel olduğunu ve bu fiyata başka odası olmadığını söyleyince pılımızı pırtımızı toplayıp düşüyoruz yeniden yollara. Eski odadan da olduk ekonomi yapalım derken. Birkaç otele sorduktan sonra biraz daha arkalarda bir sokakta genç bir çiftin işlettiği hostelde oda tutuyoruz. Bahçeye yapılmış derme çatma karşılıklı odalar. Hemen eşyalarımızı bırakıp birer de coca çayı yaparak atıyoruz kendimizi sokaklara. Bu güzelim havada zamanı uykuda geçirmek müsriflik olur. Meydana geri dönüyoruz.
Güzel bir şehirde olduğumuz her halinden belli. Nereye bakacağımızı, ne yöne gideceğimizi şaşırıyoruz. Bulunduğumuz meydan Plaza de Armas, tüm diğer Peru şehirlerinde olduğu gibi. Etrafı birbirinden estetik tarihi binalarla çevrili. Gördüğüm en güzel şehir meydanlarından biri diyebilirim.
Bu güzelim meydanda bir banka kurulup domates, ekmek, peynirden oluşan sade kahvaltımızı hostel çocuğun termoslarımıza koyduğu coca çayına katık ediyoruz. Bu arada konaklayacak yer bakınırken pek çok otelin resepsiyonunda gördüğümüz koca oksijen tüpleri yüksekte olduğumuzu hatırlatıp coca desteğini eksik etmememiz konusunda yeterli gerilimi yarattı!
Şehrin giriş kapılarından bir tanesinden dalıveriyoruz. Geçidin öte yakasında bir o kadar güzel yapılar ve karınca yuvasına çomak sokmuşçasına bir hareketlilik var.
Kalabalığı takip edince merkez pazar yeri Central Mercado’ya geldiğimizi fark ediyoruz. Arayıp da bulamadığımız şey. Her fırsatta söylerim; bir yeri keşfetmenin en kestirme ve en renkli yöntemi yerel bir pazar gezmektir. İşte orada tam anlamıyla bulunduğunuz yerin gündelik yaşamına dalmış olursunuz. Ne yerler, ne satın alırlar, ne giyerler, ne üretirler… Karşımıza gelen ilk kapıdan dalıyoruz pazara. Saat henüz erken olmasına karşın tam bir renk cümbüşü pazar. İnsanın iştahı açılıyor kokulardan ve tezgahların görüntüsünden. Her tezgaha yanaşıp bakıyor, bol bol fotoğraf çekiyoruz. İğneden, ipliğe, nazardan, büyüye, yemeden içmeye, hediyelik eşyadan, giyim kuşama, ne ararsan var. Meyve, sebze tezgahlarının her biri ayrı bir fotoğraf karesi. Yalnızca tezgahlar değil, satıcıları da bir o kadar renkli.
Elbette daha fazla karşı koyamayıp bir torba bu topraklarda yetişen hafif tatlı, minik haşlanmış patateslerden alıyoruz. Peru, patatesin doğum yeri. Patates ve mısırın bu topraklarda envai türü yetişiyor.
Az ötede daha yoğun bir kalabalık dikkat çekiyor. O tarafa yöneliyoruz. Yemekçilerin bölümü olduğunu anlamalıydık elbet. Yan yana dizilmiş mutfak tezgahlarında ablalar harıl harıl çalışıyor, tezgahın önüne koydukları taburelerde de vatandaş düşük maliyetle karnını doyuruyor.
Bu pazara bir tam gün ayırsanız sıkılıp çıkmak istemezsiniz. Ama siz de benim gibi kısa süreli gezgin durumunda olacağınızdan atacaksınız ister istemez kendinizi dışarı. Dışarıda da benzer bir curcunanın içine düşeceksiniz, hiç dert etmeyin! Çünkü dışarısı da bizim Mahmut Paşa benzerinin kat be kat daha zengini. Sokaklara kurulmuş korsan tezgahlar, dükkanların önüne yayılmış teşhir ürünler, sokaklara bölünmüş meyve, sebze, kuru bakliyat, yumurta, et, tavuk, balık satıcıları. Kokular tahmin edebileceğiniz gibi. Kimi sokağa girmeye mideniz kaldırmaz! Ama gel gelelim, kiloyla satılan bisküviden, hela terliğine ve fare zehrine yok yok. Bir sokağa dalıyoruz, daha onun sonunu görmeden bir yandakine sapıyoruz. Adeta kayboluyoruz curcunanın içinde.
O sokak senin, bu sokak benim derken han gibi girişi olan bir yer ilgimizi çekiyor. İçeriye girince buranın curcunadan bir o kadar uzak, geniş bir avlunun içine yapılmış bir birahane olduğunu fark ediyoruz. Mekanın ismi La Escondida Bar. Birkaç abi bir köşede hayli yüksek promilli bir muhabbette. Ortam çok hoşumuza gidiyor. Biz de oturup biramızı sipariş ediyoruz. Soluklanmak için bundan iyi yer olmaz.
Size doyum olmaz! Gezmeye hiç olmaz. Bizim buradan çıkışımız da “malumunuz” epey uzar ???? Bize az bir müsaade. Haftaya kaldığımız yerden gezmeye devam. Koca Cusco gezmekle biter mi?! O bitse bizde macera biter mi? Daha buradan sonraki rotamız Machu Picchu yolculuğumuzu planlayacağız. Bakalım başımıza neler gelecek???