Battaniye üstü battaniye, en üste yatak örtüsü, bol coca yaprağı, bol su, “bizim için” rahat bir gecenin sabahında erkenden çıkıp otobüs terminaline gidiyor, daha buraya ayak basar basmaz binbir maymunlukla anlaşmaya çalışarak biletlerimizi aldığımız Huayruro seyahat firmasına ait otobüsümüzü buluyoruz. Bu memlekette rastladığım ilginç uygulamalardan bir tanesi şehirler arası otobüs yolculuğu vergisi. Otobüse binmeden önce terminaldeki gişeden pul almanız gerekiyor. Otobüse binerken ya da otobüs hareket etmeden önce mutlaka bir görevli tarafından pulu alıp almadığınız kontrol ediliyor. Bir başka anlatmadan geçemeyeceğim konu ise otobüs yolcu alımına başlarken bir tripoda takılmış minik bir kamerayla kapı önüne konuşlanan firma çalışanının her binen yolcunun görüntü kaydını alması.
Yolculuğumuz uzun süreli ve gündüz vakti olacağından rahat ve keyifli olmasına özellikle özen gösterip yine otobüsün alt katındaki yatar koltuklardan önlü arkalı tek kişilikleri tercih etmiştik bilet alırken. Tek kişilik tercih sebebine gelince, yanındakini rahatsız etme kaygısı olmaksızın rahatça yayılabilmek. Aynen planladığımız gibi, en arka ve bir önündeki tekli koltuklarımıza rahatça yayılıp yola çıkıyoruz. Hemen yan tarafımızda iki ergen oğluyla seyahat eden Danimarkalı bir çift oturuyor. Yukarı kata çıkan merdivenin altında ise yalnızca alt kat yolcularına ait tuvalet bulunuyor. Uzun yolculuklar için tuvalet çok önemli bir parametre. Zira yol boyunca yiyip içip sıklıkla ziyaret etme gereksinimi duyuyorsunuz. Hele gece yolculuklarında lüks değil, olmazsa olmaz!
Keyifle süren yolculuğumuzda kimi zaman güzel manzaralar görüyor, kimi zaman ise sefaletin dibine tanıklık ediyoruz.
Yol kenarındaki benzin istasyonu sefaleti yansıtıyor.
Derken, bir yerleşim yerine yaklaşırken yukarı kattan teşrif eden muavin, az sonra otobüsün kısa süreli bir mola vereceğini ve durduğumuz yerdeki döviz bürosundan ufak bir miktar para dönüştürmemiz gerektiğini söylüyor. Az sonra geçeceğimiz ülke sınırındaki gümrükte lazım olacakmış. Ve elimize birer form tutuşturup gidiyor. Çantadan pasaportlar ve kalem çıkarılıp imece usulüyle sınır geçiş formları dolduruluyor.
Tüm yolcular inerek döviz alışverişini tamamladıktan kısa bir süre sonra otobüs bizi az ilerideki sınır kontrol kapısına götürüyor. Hızla kuyruğa bitişip Peru’dan çıkış işlemlerimizi gerçekleştiriyoruz. Çok sayıda yolcu, az sayıda görevli var. Ve buradan çıkış yaptıktan sonra iş bitmiyor. Aynı kalitesizlik anlayışıyla hizmet veren diğer ülke gümrük kontrol noktasına gidip yeni bir form doldurup giriş yapmanız gerekiyor.
Bolivia gümrük kontrol noktası
Seri davranmak bize etrafta ne var ne yok bakıp çıkacak kadar da olsa zaman kazandırıyor. Bu arada Copacabana’yı duyunca pek çoğunuz Rio’ya geçtiğimizi düşünmüş olabilirsiniz ama söz ettiğim Copacabana Bolivia’da. Ve bir yanımızda hala Titicaca Gölü masmavi sularıyla göz kamaştırıyor. Geçen haftaki yazımda belirtmiştim; göl, bir kısmı Peru, bir kısmı Bolivia sınırlarına yayılacak büyüklükte. Hava güneşli, yolculuk keyifli giderken bu kez tüm eşyalarımızı alarak inmemiz gerektiğini belirtiyor muavin. Üstelik daha yolculuğumuzun yarısı bile bitmemişken. Çok geçmeden anlıyoruz ki lüks otobüse aldığımız biletler burada yanıyor. Bundan sonrası ise tam bir çelişki. Her biri birbirinden döküntü otobüslerden hangisine bineceğimizi bile bilmiyoruz. Tavuk gibi sağa sola koşuştururken neredeyse kalkmaya hazır bir tıngırtıya, camı açılan bir koltuğa yan yana yerleşiyoruz. Bırakın koltuğun yatmasını, otobüsün yürüyor olması bile mucize! İçerisi her memleketten yolcuyla dolu, koridora tabure koyup oturtacak kadar. Mezbahayı andıran keskin bir kokuyla kendinden geçen yolcular asfalt bile olmayan yolda otobüsün sallantısıyla sızıyor. Cam açılıyor açılmasına ama yol toprak olduğundan toz, dumandan nefes alınmıyor. Etrafı seyredip, manzaraların keyfini çıkarmaya çalışıyoruz olabildiğince. Ve otobüs tekrar duruyor bir su kenarında. Yolcular ayaklanıp inmeye başlayınca “Yeter ama artık!” afakanlar basıyor. Hiçbir şey anlamadan gezmenin dayanılmaz saflığı içindeyiz ???? Sağa sola bakınarak insanların bir gişe önünde kuyruk yaptıklarını görüyor ve biz de bitişiyoruz. Burası bir liman ve otobüsler, yolcusuz olarak, teker teker teknelerle karşı kıyıya taşınıyor. Yolcular ise ufak, motorlu sandallarla.
Ve bu gişeden yolcu bileti alınıyormuş. Oysaki yola başladığımız ilk otobüsün muavini bizi döviz barakasında indirdiğinde yalnızca sınır geçişi için gereken ücreti söyleyip pek çok yolcunun az para dönüştürmesine neden olmuştu. Neyse ki biz, onun söylediğinin az da olsa fazlasını bozdurmuştuk.
Teknenin üzerinde karşıya geçirilen bizim düldül
Hava güneşli olmasına karşın kısa kollu dolaşmak için biraz serin. Neyse ki sandalın burun kısmında kapalı ufak bir yer bulup suyun serinliğinden koruyabiliyoruz kendimizi. Yolculuğumuz fazla uzun sürmüyor zaten. Karşı kıyıda otobüsümüzün gelmesini beklerken yolcuların kimisi tuvalet ihtiyacını görüyor, kimisi ise yiyecek satılan tezgahlara saldırıyor.
Geçtiğimiz Tiquina Boğazı, Titicaca Gölü’nün en dar yeriyle en geniş yerini bağlıyor.
Yolun bundan sonraki kısmı para verseler çekilecek türden değil. Düşünün ki çocukluğunuzda daha çok kırsalda çalışan, yolcuların içinde bol soğanla dürülmüş lahmacun yedikleri, amortisörsüz şehirlerarası otobüslerden birinde tozu toprağı birbirine katarak saatlerce yolculuk yapıyorsunuz. Durun, düş yetinizi tetikleyecek birkaç yol fotosu koyayım size…
İçimizin dışımıza dönmüş, iç organlarımızın aşure olmuşluğu yetmezmiş gibi bir de trafik başlıyor şehir merkezi yaklaştıkça. Yolculardan bazıları tuvalet molası isteyince otobüs bir benzinlikte duruyor ve tüm yolcular koşarak tuvalet sırasına giriyor. O halde şuraya bir miktar daha trafik, biraz daha sallantı ve sallanmaktan mankafa olmuş yolcular çizelim ????
Etrafa baktıkça La Paz’da mıyız yoksa Kuzey Afrika’da çöl civarında mı diye sormadan edemiyor insan. Uzuuunnnn otobüs yolculuğumuz nihayet son bulurken kafamdaki tek düşünce böylesi bir yolculuğun değil para, altın verseler yapılmayacağı. Ama ben bir daha yapar mıyım? Elbette EVET, çünkü ben turist değil GEZGİNim.
Şehre akşamla birlikte serinliği de çökmüş. Sırtımıza çantalarımızı vurup bilinmeze dalıyoruz. Kalacak yerimiz yok ve şehri tanımıyoruz. Terminaldeki danışmadan şehir haritası isteyip az da olsa bilgi alıyoruz. Terminali arkamıza alıp merkeze doğru yürümeye başlıyor, bir yandan da hostel bakınıyoruz. Terminalin hemen çıkışında birkaç tane var ama hem buralar merkeze uzak hem de ortalık gece geç vakit pek de tekin olmaz izlenimi veriyor. Ortalık kalabalık, seyyar satıcıların tezgahları, büfeler, ikinci el kitap satanlar oldukça renkli görüntüler sergiliyor. Merkeze geldikçe yokuşlu yollar başlıyor ve dünyanın en yüksek rakımlı başkentinde oksijensizlikle cebelleşirken ister istemez sırtınızdaki yük ikiye katlanıyor.
İyicene curcunanın içinde buluveriyoruz kendimizi. Hostel namına bir şey göremedik henüz. İşin içinden kolay çıkamayacağımızı anlayınca yokuşun sonundaki meydanda karşımıza çıkan iki yıldızlı bir otele girip konaklama bedelini soruyoruz. Resepsiyondaki sempatik ve oldukça anlaşılır bir İngilizceyle konuşan ablaya nerede hostel bulabileceğimizi soruyoruz. Samimiyetle ve kibarca yanıt verip tarif ediyor ve bize verdiği fiyatın altında konaklayabilme olasılığımızın olmadığını söylüyor. Teşekkür edip belirttiği yerdeki hostel fiyatlarının gerçekten ablanın söylediğinden fazla olduğunu görünce otele geri dönerek banyosu, tuvaleti içinde bir odayı tutuyoruz. Abla, gerçekten son derece cana yakın. Üzerimizde az para olduğunu ve konaklama bedelinin tamamını ona verirsek bu saatten sonra para bozduramayabileceğimizi anlatıyoruz. Hiç dert etmeksizin yarın verirsiniz, keyfinize bakın diyor. Ve üstüne bir de haritamızı alıp nereleri gezmemiz, görmemiz gerektiğini işaretliyor.
Cebimizi coca yaprağıyla doldurup vuruyoruz kendimizi curcunanın içine. Karman çorman bir trafik, Mahmutpaşa’yı andıran çığırtkan işportacılar ve başınızı döndürecek bir insan güruhu. Dinamik ve keyifli bir şehirde olduğumuzu hissettiren bir sürü detay var etrafımızda. Her şey pek hoş da midemiz bir o kadar boş. Cepte az Bolivia parası var ve tezgahlarda satılan yemekleri tarif bile etmek istemiyorum. En yoğun talep gören yiyecek ise yağda kavrularak pişirilen, şerit şerit kesilmiş işkembe parçaları. Tesadüfen fark ettiğimiz, merdivenle yolun altına inilen bir Çin lokantasında noodle yiyerek karnımızı bir güzel doyuruyoruz.
Gezmesine çok gezesimiz var ama bu her zamanki kadar kolay değil maalesef. Şehrin yokuşsuz sokağı yok gibi. O kadar yavaş tempoyla hareket etmek durumundasınız ki! Tüm zorluklara karşın içimizdeki keşfetme arsızlığıyla gördüğümüz her sokağa dalıp çıkıyor, daha şimdiden nerede ne olduğunu az çok şekillendiriyoruz kafamızda. Detaylı gezme kısmı yarına.
Kısaca yine sizi biraz merakta bırakacağım. Ama inanın, buna değer anlatacaklarım. “Bir kez olsun efendi efendi, başına iş açmadan gez be kızım” diye geçiriyorsanız içinizden, farklı seçenekler sunan turizm acentalarını salık veririm size. Eğer gezgin olma yolunda ya da en azından niyetindeyseniz biliniz ki burnunuz çamurdan, başınız beladan çıkmaz ???? Ama, unutulmaz anılar listeniz de bir o kadar kalabalık olur.
Şimdilik müsaadenizle. İçinde gezme arsızlığı olan herkese keyifli, maceralı, uzun yollar ve o yolları yapacak çoklukta yıllar dilerim. Kalınız sağlıcakla, biraz da merakla. Haftaya La Paz sokaklarında görüşmek üzere.