Transsibirya gezime dair gözlemlerimi anlattığım ikinci yazımla karşınızdayım.
5. Gün Novosibirsk, Çarşamba
OKCANA, ŞU AKSİLİKLERE BAKCANA!
Geceyi geçireceğimiz Novosibirsk’e yaklaşırken bizi ağırlayacak olan couch-surfer’ımız Okcana’ya varış bilgilerimizi içeren bir SMS yolluyoruz. Couch-surfing’i ilk kez Okcana’nın evinde deneyimleyeceğiz, ne tesadüf ki biz de Okcana’nın ilk yabancı konuklarıyız. Okcana mesajımıza yanıt yollamayınca, istasyona iner inmez arıyoruz kendisini; aradığımız kişiye ulaşamayınca kelek bir durum olduğunu anlayıp başımızın çaresine bakmaya karar veriyoruz. Novosibirsk’in konaklama açısından oldukça pahalı bir şehir olduğunu bildiğimizden en uygunu tren garı gibi gözüküyor. Yine de düşük maliyetli bir yerler aramakta fayda var, nasıl olsa saat daha erken. Elimizdeki haritaya göre tren garında yolcular için ucuz yollu bir otel var ama genelde bu hizmeti kendi vatandaşlarına verdiklerine ilişkin bir uyarı notu eklenmiş. Tüm şirinliğimizle resepsiyondaki yemekten fil gibi olmuş donuk bakışlı, ruhsuz bayana “Dou you have room for tonight?” diye soruyoruz. Elinde bir Rus vatandaşı pasaportu, onun giriş işlemlerini yapan güneşte kurutulmuş balina suratlı resepsiyonist, kafasını bile kaldırmadan “No places!” şeklinde hırlıyor. Al sana no places, bekleme salonunda var tomarla places, üstelik no charge!
Rehber kitabımızda belirtilen ekonomik bir otele gidiyoruz şansımızı denemek üzere, bu da olmazsa bu gece konaklamayı tren garında bedavaya getireceğiz. Ne demiş Rus kardeşlerimiz: “Az vodka vardır!” 50 $’a tuttuğumuz odamıza çantaları atıp dışarı çıkıyoruz. Hava burada hissedilir biçimde serin, ne bulursak üst üste giyiyoruz. Aç karnımızı doyuracak pratik seçenekler ararken telefon çalıyor ve karşımızda nihayet sevgili Okcana! Biz senden haber alamayınca oda tuttuk diyoruz, laf dinlemiyor, yarım saate geliyorum oraya diyor. Hoppalaaaa, şimdi bizim cepten zaten gitti 50 $, üstelik tam da zil çalan karnımızı doyurma girişimindeyiz. Şimdi sen yarım saat uzaklıktan geleceksin, tam biz yemeğe yumulmuşken… Birer soğuk bira ve kızarmış elma dilim patates alıyoruz. Daha yemeğe başlamadan Okcana geldiğini haber veriyor. Lenina Meydanı’nda banka oturmuş bizi bekliyor. Sarılıp öpüşme faslı derken 2 sevimli kız daha coşku içerisinde “Nerelerdesiniz? Nihayet!” tarzında yaklaşıyorlar. Kızlardan biri kibarca patatesleri yemememizi öneriyor, Okcana tüm misafirperverliğiyle bize onların meşhur çorbası ‘borsch’ hazırlamış. Anlaşılan Okcana’nın bizi burada bırakmaya hiç niyeti yok! Doluşuyoruz Julia’nın sevimli arabasına, otele gidip parayı kurtarmaya ve çantalarımızı almaya. Kate ve Okcana durumu anlatıp var güçleriyle resepsiyondaki derin dondurucudan yeni çıkmış genç bayanı ikna etmeye çalışıyorlar. Lakin bunun önce mikrodalgada defrost olması lazım! Tam o sırada bizim otele giriş işlemlerimizi yapan güler yüzlü resepsiyonist geliyor, kendisine durumu özetleyerek odayı boşaltacağımızı söyleyip, ücreti geri istiyoruz. Ok diyor, hemen çantalarımızı alıp doluşuyoruz sevimli kırmızı KA’ya, istikamet Okcana! Daha yolda koyulmaya başlıyor sohbet, kızlar hayat dolu, cıvıl cıvıl, hele Kate tam fırlama.
50 $’ı kurtarmışız, sevimli dostlarımızla bir aradayız, borsch çorbasının tadına doyulmuyor! Kurutulmuş balık ve buz gibi biralar eşliğindeki keyifli sohbetimiz Okcana’nın bizi bulmak için yaşadığı trajikomik maceralarıyla daha da renkleniyor. Talihsizlik bu ya; kızcağızın SIM kartı arızalanıyor, bir arkadaşının telefonundan ulaşmaya çalışıyor, fakat şebekede problem olduğundan başaramıyor. Gara geliyor bizi aramaya, elinde “COUCH!” yazılı koca bir kağıtla. Fakat ne tuhaf bir tesadüftür ki bizim vagon önlerde olduğundan, en yakınımızdaki merdivenlerden iç hatlar terminaline girmişiz, o ise bizi haklı olarak dış hatlar terminalinde arıyor. Bulamayınca danışmaya gidip ücreti neyse ödeyeyim, anons yapın diye rica ediyor. Fakat İngilizce bilen yok anons yapacak ve bunun yapmasına da izin vermiyorlar. Sevgili Okcana mesleği gereği (gazeteci) pes etmiyor ve ev telefonundan bize ulaşmaya çalışmak için evine dönüyor. Ve nihayet bize, Okcana, Julia ve Kate ile 03.00’e dek süren bu çok keyifli bir gece yaşatıyor.
6. Gün Novosibirsk, Perşembe
NATASHA, SEN ÇOK YASHA!
Okcana’nın çalışma odasındaki couch’unda (kanapesinde) güzel bir uyku çektikten sonra toparlanmaya başlıyoruz. Okcana sürekli telefon görüşmeleri yapıyor ve sonunda bir arkadaşının birazdan arabasıyla gelip bizi şehre götüreceğini söylüyor. Şehir küçük ve görülmeye değer pek de bir şey yok. Aylak aylak dolanıyoruz. Önce halka açık bir park geziyoruz, yemyesil ve temiz. İnsanlar dinleniyor, kitap okuyor, spor yapıyor, çocuklar ise keyifle oynuyor. Sonrasında ise Devlet Opera ve Bale Binasını gösteriyor bize.
Nehir kenarına iniyoruz birlikte. Bir yandan yürüyoruz bu küçük ve huzurlu şehrin sokaklarında bir yandan da Okcana anlatmaya çalışıyor dili döndüğünce, İngilicesi yettiğince. Dev bir lokomotifin yanından geçiyoruz. Aklıma birden çocukluğumda hayran hayran baktığım Sirkeci Garı önündeki kara tren geliyor. Ve sonra ne doğru bir kararmış baştan başa Sibirya’yı çuf çuf gezmek, böyle güzel dostlar edinmek diye düşünüyorum.
Ayrılık vakti gelip çattığında binbir zorlukla buluştuğumuz ilk couch-surfer’ımız Okcana bizi tren garına götürüyor. Peronda ilk kez ayrılmakta zorlandığımız birileri var. Buruk bir biçimde el sallıyoruz Okcana’ya vagondaki pencereden ve tren istasyondan ağır ağır uzaklaşıyor…
Kompartımanımızda komşumuz rengarenk kişiliğiyle hafif meşref Natasha bu sefer. Dilimizden hiç anlamadığı halde kafa göz yararak iletişim kurmaya çalışıyor bizimle. Oldukça da eğlenceli bir insan. Birlikte bira içip Natasha’nın sunduğu çekirdeklerden çitlerken Alexandre katılıyor akşamın ilerleyen saatlerinde kompartımanımıza. Biz zaten çiçek gibi olmuşuz, Alexandre tam muhabbetin göbeğine düşüyor. Natasha hararetli hararetli bir şeyler söylüyor Alexandre’a. Çocuğun, daha yatağını bile hazırlamadan apar topar çıkıp eli kolu bira dolu gelmesinden anlıyoruz ki Natasha bunu restorana yollamış, hemen muhabbete dahil olsun, ortamı bozmasın diye. Hep birlikte tarzanca muhabbet ederek dans edip eğleniyoruz. Tabii, biz Rusların temposuna ayak uydurmaya çalışınca sabahlar zor oluyor!
7. Gün Krasnoyarsk, Cuma
UYUMAK TEHLİKELİ VE YASSAKTIR!
Sabahın 07.30’unda zortik gibi iniyoruz Krasnoyarsk İstasyonuna. İçme konusunda Ruslarla yarışmamak gerektiğini öğreniyoruz. Şehir henüz ölü, yapacak hiçbir şey yok. Üstelik, biz şehirden de ölüyüz, bir şey yapacak gücümüz yok! Yürürken gördüğümüz bir parka girip bir bankta kafa kafaya biraz kestirelim derkennnnn polis midir, asker midir tam anlayamadığımız 2 tip bitiyor tepemizde. Dillerini anlamasak da sıfatlarından problemli bir durum olduğunu seziyoruz. “Burada uyumak yassah gardaşımmmm!” OK, no problem, sanki homeless’ız! Alıyoruz çantalarımızı sırtımıza, yaşayan ölülerin dönüşü gibi başlıyoruz ufacık şehri turlamaya. Burada konaklamayacağımız için trene binmeden önce ihtiyaçlarımızı temin ediyoruz. Ben, bu şehirde en çok, tüm sokaklarında yapılan müzik yayınını seviyorum, Yoldaşım ise taze domates ve salatalık bulduğu halk pazarı ile pişmiş balık satın aldığı marketi. Öğleden sonra Irkutsk’a doğru yola çıkmak üzere trenimize yerleşiyoruz. Bu yolculuğumuzdaki kompartıman arkadaşlarımız suratsız genç bir bayan ile kamil bir tip. İkisi de son derece sıkıcılar, sürekli uyuyorlar. Neyse ki bizde de bu akşam pek muhabbet edecek güç yok. Geceyi trende dinlenerek geçiriyoruz.
Krasnoyarsk tren istasyonu ve hemen önündeki havuzlu meydan
Devamında Baykal Gölü maceraları, Omul balığı ve psişik hosteldaşımız var… Neler olabileceğini varın siz kestirin ????