8. Gün Irkutsk, Cumartesi
ENJOYING WITH Q CLAVIER
Irkutsk istasyonu önünden bindiğimiz tramvay bizi hostel’ımızın önüne götürüyor. Bu sefer tam da aradığımız yerde buluyoruz hostel’ı ☺ Ufak bir daire burası, iki odası var. Bizim kaldığımız oda altı kişilik, bizden başka bir Güney Koreli ve iki İsviçreli kız, bir de Londralı çocuk kalıyor. Ama hostel’daki esas oğlan yanımızdaki odada kalan pi-sı-şık (psişik) Hollandalı! Daha hostel’a gelişimizin ilk yarım saatinde ortak kullanıma açık iki bilgisayardan birini işgal ettiğimiz için yoldaşıma gıcık kapışını yanıma gelip “He’s enjoying with Q clavier” diyerek belirtiyor. İlerleyen zamanda anlıyoruz ki onun asıl görevi millete gıcık kapmak. (Akşamki mutfak muhabbetinin de içine, İsviçreli kızlara feminizm konusunda gıcık kaparak edecek!) Temel ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra hemen kendimizi dışarıya atıyor, şehri keşfe dalıyoruz. Önce Angara nehri kıyısında dolanıyor, ardından şehrin sokaklarında dolanarak merkeze, central market’e gidiyoruz. Hava çok güzel ve günlerden cumartesi olduğu için ortalık cıvıl cıvıl. Yiyecek, içecek bağlamında her şeyin satıldığı bu kocaman pazarı gezerken gözümüze ilişen kurutulmuş omul balıklarından alıyoruz hemen bir tane. Buraya gelmeden önce namını çok duyduk gezginlerin paylaşımlarından, tatmadan olmaz! Eh, yanına da buz gibi bira gider şimdi bunun! Pazarın çıkışındaki kaldırımda gümletiveriyoruz omulu. Omul, yalnızca Baykal Gölü’nde yetişen bir balık ve bunu özel bir düzenekle iste pişiriyorlar. Tadını hiçbir şeyle bağdaştıramam ama sanırım beynimin en unutamayacağı tatlardandı.
Central Market ve birbirinden sevimli babushka (бабушка)lar
Kendimizi bu kadar şımarttıktan sonra Irkutsk’u keşfe devam. Küçük, sakin ve estetik bir şehir. Özellikle ahşaptan yapılmış evlerinin her biri bir ustanın parmaklarında hayat bulmuş.
Shastyna Evi
Sukachev Sanat Müzesi
Irkutsk, bir dönemin sürgün yeriymiş. Çok sayıda Polonyalının yanı sıra ünlü yazar Anton Çehov da dahil olmak üzere ünlü, ünsüz pek çok kişi burada sürgün hayatı yaşamış. Hangi coğrafya, hangi ırk söz konusu olursa olsun savaşlarda katledilen masum insanları unutmamak, savaşların ne denli büyük bir insanlık suçu olduğunu anımsamak adına çok önemli. Gittiğimiz pek çok yerde olduğu gibi burada da bir “sönmeyen ateş”le yüreğimizi dağlamadan geçmiyoruz elbet.
Sönmeyen Ateş
Epiphany Katedrali
Holy Trinity Kilisesi
Şehirde neredeyse ayak basmadık sokak kalmayınca yorgunluğumuzu gidermek üzere, biraları alıp nehir kenarına gidiyoruz. Güneşi Angara sularında batıracağız. Bu arada öğreniyoruz ki bazı şehirlerde sokakta birayı özel yapılmış kese kağıtlarına sarmadan, ulu orta içmek yasak! Bu kese kağıtları kutu ve şişe biralara uygun boyutta renkli kağıtlardan üretilmiş olup bira satan yerlerden para karşılığı temin ediliyor. Bizim gibi uyanıklar elbette bu kağıt parçalarına para vermiyor ve çöptekilerden yararlanıyor ☺
Saat 22.30 civarı güneşi batırdıktan sonra hava serinliyor ve hostel’a dönüyoruz. Duş, internet, yatakların hazırlanması ve yeni dostlarla biraz sohbetten sonra yarın erken başlayacak Baykal gezimizde zinde olabilmek için dinlenmeye çekiliyoruz.
9. Gün Lake Baikal, Pazar
GÖLDE GUYS
Sabah erkenden uyanıyoruz. Nerdeyse tüm hostel Baykal’a gidiyor bugün, herkeste bir koşuşturma. Yataklar toplanıp çarşaflar hostel sahibine iade ediliyor, çantalar toparlanıyor, bir yandan da ayak üstü birşeyler atıştırılıyor. Psişik ortadan takılıp milletin yiyeceklerinden otluyor çaktırmadan. “Is this your bread?” Senin değilse, benimdir hesabı lüppp mideye. Biz durakta tramvay beklerken İsviçreli kızlar, Güney Koreli kız ve de psişik geliyor. Baykal’a giden otobüslerin kalktığı durağa gitmek üzere tramvaya biniyoruz hep birlikte. Psişik günün bombasını patlatıyor: “Appearently i have only thousands!” ve bozuk param kalmamış ayağına tramvay parasını kızlardan topluyor. Oohhh helal sana psişik, beleş kahvaltıdan sonra tramvay parasından da yırttın. Müşterek görüşümüz psişiğin epey uzun süredir bozuk para bulundurmadığı yönünde, eh ne de olsa ufak hesapları düşünmüyor ☺ Fakat asıl kazığı “geldik” diye hepimizi apar topar indirip üç durak yürüterek atıyor! Üstüne üstlük yorumu özründen büyük: “Biraz yürümekten kime zarar gelir ki!!!” Arkadaşım, zamanımız zaten kısıtlı, sabahın köründe düşmüşüz yollara… Üstelik Koreli kızın sırtında 60 lt çanta… Tabanları yağlayıp bir an önce otobüs durağına varmaya çalışırken, bildiğimiz tüm küfürleri ediyoruz pis ışığa. Kafa göz yararak ve de bilimum el kol işaretleriyle derdimizi anlatıp Baykal’a giden minibüse biniyoruz. Minibüste iki kişilik yan yana yer olmadığından ben arka tarafta cam kenarı bir yere, yoldaşım da en öne şoför yanına oturuyor. Yaklaşık 60 km boyunca tam motosiklet ile yapılacak, oldukça güzel bir yoldan ilerleyerek Baykal Gölü kenarındaki Listvyanka’ya geliyoruz.
Sahil boyunca kamp atmış çadırcılarla karşılaşıyoruz. Patikalar eğlenceli olduğu kadar yer yer tehlikeli de. Trekking maceramızdan sonra susuzluğumuzu Baykal Gölü suyundan üretilen buz gibi su ile gideriyoruz. Daha sonra kalabalık sahilde havlumuzu yayıp yerli kadınların pişirdiği iki adet isli omul balığı ve yanına iki şişe buzzz gibi Rus birası ile dinlenme keyfi yapıyoruz. Baykal Gölü’nde yüzme planımızı ayaklarımızı suya soktuktan sonra iptal ediyoruz. Su buz gibi, ayaklarımız içerisinde bir, iki dakikadan sonra hissetmiyor, hemen çıkıyoruz. Burada yüzmek imkansız diye düşünürken az ileride şamata yapan bir gruptan iki kişi şıbırlof dalıyor göle. Afallıyoruz, insan mı bunlar?! Sonra aynı gruptan bir kişi daha giriyor, elindeki boş şişeye göl suyu doldurup diğerlerini de ıslatıyor. Anlıyoruz ki soğuk Baykal suyu yoktur, az vodka vardır!!! Bu arada tadı damağımızda kalan omullardan birer tane daha götürüyoruz.
Göl kenarı çok keyifli. Hava sıcak ve güneşli. Bir sonraki balıklarımızı en büyüklerinden yiyerek balık işini sonlandırma niyetindeyiz. Rusçada bavish büyük demek. İlk gittiğimiz balıkçı abla “no bavish” deyince anlıyoruz. Bir sonraki satıcı abladan 2 tane bavish alıp omul balığının tadına doyuyoruz. Biraz merkezde dolaştıktan sonra Irkutsk’a geri dönüyoruz. Angara kenarı panayır yeri gibi hareketli. Genç, yaşlı demeden halk en şık kıyafetlerini giymişler, müzik enstrümanlarını alıp gelmişler. Bir yandan çalıp söylüyor, bir yandan da seyri doyumsuz danslar ediyorlar. Yani, görünen o ki insanlar burada mutlu, huzurlu, günlük sıkıntıları fazlaca kafaya takmadan, hayatın keyfini çıkarıyorlar, haftada bir gün de olsa!
Biraz bu keyifli topluluğun coşkusuna ortak olduktan sonra bir, iki saat daha şehirde turlayıp saat 21.50’deki trenimiz için gerekli alışverişi yapıyor, istasyona geliyoruz. Bu seferki yolculuğumuz avam kamarası “platzkart”, yani 56 kişilik halk kompartımanı. Sırf bunu da deneyimlemek için on saatlik bu kısa yolculuğumuzu bu şekilde planlamıştık.
Kompartıman tam bir curcuna, çocuk, çombalak, eşelenme hiç bitmiyor. Biz, altlı üstlü seyahat ediyoruz. Alt yatak katlanarak ortada ufak bir masa oluşturuyor. Karşılıklı biralarımızı yudumlarken trenimiz Baykal kenarından süzüle süzüle Ulan-Ude’ye doğru yol alıyor. Sabah 06.00’da ineceğimiz Ulan-Ude istasyonunda bizi ikinci couch-surfer’ımız olacak Eleonora karşılayacak. Bakalım bir sonraki durakta başımıza neler gelecek, yolumuza kimler çıkacak?…