Uncategorized

Peru – Paracas – Huacachina

31 August 2016

Sabahın erken saatlerinde başladığımız Lima – Paracas oldukça rahat geçti. Öğle saatlerinde indiğimiz Paracas merkezde bir gün önce yer ayırttığımız Paracas Backpackers House da indiğimiz yerin karşısında. Resepsiyonda duran abla yerli, fakat kendinden yaşça hayli büyük eşi yabancı ve şahane İngilizce konuşuyor. Tam akla takılan ne varsa sormalık 🙂 Üstelik son derece sevimli ve yardımsever.

Paracas’a gelmemizin iki temel sebebinden biri kuşkusuz tropik çöl, diğeriyse Ballestas Adaları. Çölü gezmek için en uygun araç bisiklet. 30 SOL’e bir bisiklet kiralıyorsunuz, gerisi bacaklarınıza kuvvet. Kiralık ATV’ler de var ama saat başı ücretlendirilmiş ve bisiklete göre çok daha maliyetli. Turist klasmanında geziyorsanız bir tura katılabilir ya da 90 – 100 SOL karşılığında taksiyle gezebilirsiniz.

Açıkçası bize bisiklet kirası bile fazla geldi ama kiralık motosiklet bulma çabalarımız boşa çıkınca mecbur kaldık bisiklete. Hem kişi başı 30 TL civarında bedel ödeyeceğiz hem de bu sıcakta pedal çevireceğiz diye söylensem de burada çoğu gezgin bunu yapıyor. Merkezden biraz yukarı çıktığınızda uçsuz bucaksız çölle göz göze geliyorsunuz.

Yolculuğunuz asfaltta başlıyor, yani bisikleti sürmek için kolay bir yol. Ancak çöl sıcağı bütün enerjinizi tüketiyor.
Bir de üstüne kum fırtınası gelince yer yer bisikleti elle götürmek daha güvenli olabiliyor. Yukarıdaki fotoğrafta 30 SOL’e kiraladığım bisikletimi çöl sıcağında kum fırtınasına karşı, yokuş yukarı gezdirirken ben 🙂
Burası bir ulusal rezerv. Kendine has ekosistemiyle pek çok kuş ve deniz canlısına ev sahipliği yapıyor. 335000 ha’a yayılan rezervin 217,594 ha’ı denizdir. Yani burada çöl ve deniz bir noktada kucaklaşıyor. Rezerve giriş paralı. Asfalt yolun bittiği yerde bariyerle kapanmış bir giriş noktası, bir de derme çatma kulübe var. Orada kimlik bilgilerinizi vererek giriş ücretini ödüyorsunuz. Elimize bir de harita tutuşturan görevli özellikle görmek istediğimiz bir kaç yere gitmememizi üstüne basa basa söyledi. Özellikle katedrali, tehlike oluşturduğu için, göremeyeceğimi duyunca sinir katsayım tavan yaptı.
Giriş kapısından sonra kendinizi tamamen çölün ıssızlığında buluyorsunuz. Elimizdeki haritaya göre 6 – 7 km’lik yolumuz var. İyi de zaten bu noktaya kadar o mesafeyi katettik. Üstelik yokuş ve rüzgar canımıza okudu. Kabaca yaptığımız hesapla bu gidişin bir de dönüşü var ve hava 6’da kararıyor diye geri dönmeye karar verdik. Bu kararla sinirden közlenmiş kırmızı biber kıvamına gelen bendeniz sırt çantamda taşıdığım mayo, havlu eşliğinde, kızgın kumlardan serin sulara atlayamamış olmanın verdiği kan ter hallerde küfür birikimimde Doçentlik seviyesini tamamladım 🙂
Neyse ki dönüşte rüzgarı arkamıza aldığımız için pedal çevirmeden merkeze vardık. Bir de yanlışlıkla saptığımız yol bizi kestirmeden bisikletçinin karşısına çıkarmasın mı?! 12 km’lik çöl sürüşümüzde yanımızda su bulunmadığı için buharlaşmaya başlarken böylesi tatlı hoşluklar pek güzel geldi haliyle.
Paracas, küçük, sevimli bir sahil kasabası. Buna karşın tropik çöl ve adalara olan ilgi büyük olduğundan son derece turistik ve pahalı. Bunun dışında yapılacak pek bir şey de yok. Kısa bir sahil şeridi, birkaç restaurant, bar bir de kumsalı var. Her ne kadar kumsal dediysem de deniz pek çekici sayılmaz. Uzun iskeleye adalara tur hizmeti veren tekneler bağlı ve denizin rengi de çamur gibi. Yine de bu kumsalda ufak bir mola verip şapşal deniz kuşlarını seyretmek keyifli oluyor.
Pahalılık kısmına gelince… Market falan yok elbet, birkaç mahalle bakkalı insafsız ücretler karşılığında alışveriş hizmeti sunuyor. Baktık karnımızı doyurmak ederinin çok üstüne mal olacak, bir paket spagetti alıp kendin pişir, kendin ye seçeneğinde karar kıldık. Hostel’e gidince ortak mutfakta harıl harıl yemek hazırlayan kalabalık da aldığımız kararın doğruluğunu onaylıyordu. Hem keyifli zaman geçir, hem de ucuz yoldan karnını doyur. Üstelik hostel’ın teras manzarası da ayrı keyif.
Ballestas adalarına gitmek için günübirlik tekne turlarına katılmak gerekiyor. Bu turları birçok acenteden satın alabileceğiniz gibi konakladığınız yerden de rezervasyon yaptırabilirsiniz. Biz kişi başı 25 SOL karşılığında hostel’dan rezervasyon yaptırdık. Sabah yola çıkmadan evvel de yine hostel bahçesinde haşladığımız yumurtalar ve hostel ablanın halka açık poşet çay ikramıyla yaptık. Ne o, “yediğin, içtiğinden bize ne, gezdiğini, gördüğünü anlat” der gibisiniz?… Demeyin bilip bilmeden, anlatıyorsam var bir sebebi. Sabah erkenden kalkıp, ne yer, ne içeriz diye dolaşırken büyük sepetinde küçük yuvarlak ekmekler satan bir amcayla karşılaştık. Hemen yanaştık almak için. Amca, aldığımız ekmek sayısına hiçbir şekilde bölünmeyen bir ücret karşılığında sattığı ekmeklerinin yanında sepetin dibine elini daldırarak çıkardığı muz yaprağına sarılıp, iple bağlanmış bir şeyler çıkarıp almamız için ısrar etti. Yayılan haşlanmış mısır kokusu karşısında tepkisiz kalmak olası değil! Muz yaprağı içine minik tavuk ya da et parçaları eklenmiş haşlama mısır püresi sarılmış ve paketlenmiş. Dumanı tüttükçe buram buram mısır kokuyor. Tamales adı verilen bu Güney Amerika yemeğine burada Chicha deniyor. Yanına da bakkaldan aldığımız yumurtaları kayısı kıvamında haşlayıp hostel ablanın ikram çayıyla bir güzel ziyafete dönüştürdük. Merak mı ettiniz yoksa??? 🙂
Saat 9’a doğru hostel kapısına gelen tur rehberi elindeki listeden isimlerimizi okuyarak iskelede bulunan bilet gişesine kadar eşlik etti grubumuza. Gişenin önünde upuzun bir kuyruk, çoğu Avrupalı olmak üzere pek çok farklı memleketten insan biri genel tur, diğeri ise rezerv için 2 farklı bilet alıp kendi grubuyla birlikte tekneye biniyor. Bizden başka Türk yok. Biz de biletlerimizi alıp birini iskele girişindeki kontrolöre verip, diğerini hatıra getirmek suretiyle grubumuz ve rehberimizle birlikte teknemize biniyoruz. Diğer bileti tur sonuna kadar kimse sormadı. Almasak da olurmuydu, teknede almayıp da alan enayiler kontenjanından yararlanan kaçaklar varmıydı soruları ise yanıtsız kaldı.
Pasifik’in sularını yararcasına hızla seyreden teknelere can yeleği giymeden binilmiyor. Islanmak ve üşümek istemiyorsanız mont türünden bir üstlük giymeniz de yararınıza olacaktır. Zira bol miktarda su ve rüzgara maruz kalıyorsunuz. Tekne burnunu kaldırıp yol almaya başlar başlamaz üzeri balıkçıl dolu, çürümeye yüz tutmuş bir tekne görüyorsunuz. Bu tekne buraya balıkçıllar üzerinde size türlü türlü poz versin diye bilinçli olarak bırakılmış.
Bir sonraki seyirlik eğlencemiz yunuslar. Teknelerin dibine kadar gruplar halinde yanaşıyor, adeta teknelerle yarışıyorlar. O kadar çok görüyorsunuz ki bir süre sonra sıradan gelmeye başlıyor.
Yaklaşık bir saat süren gidiş yolunda göreceğiniz en heyecan verici manzaralardan biri de büyük bir kum tepesinin yamacına çizilmiş 165 metre boy ve 70 metre genişlikteki dev şamdan jeoglifi El Candelabro. Nasca çizgilerinden biri olduğu varsayılan şamdanı karadan görme olanağı yok. Hakkında pek çok rivayet olsa da gizemi henüz çözülememiş. Kimi varsayımlara göre bir Sümer-Hitit tanrısının elindeki yabayı simgeliyorken, başka bir görüşe göre uzaylılar tarafından tanrıları için çizilmiş. Tüm bunların ötesinde en şaşırtıcı olan ise oyukların elle çizilmiş olamayacak kadar düzgün olması ve günümüze değin hiç bozulmadan kalması.
Kimler tarafından, ne zaman, hangi amaca yönelik çizilmiş? Bu kadar büyük bir şekil kuma nasıl bu kadar düzgün çizilmiş? Hem de kumun üzerinde onda fırtına, yağmur, neme karşı nasıl hiç bozulmadan kalabilmiş? Kafamda yanıtsız onlarca soru çarpışırken ağzım açık şamdanı inceledim. Neden sağ kolda 3, sol kolda 2, ortada ise tek figür var? Ne türden bir mesaj verilmiş? Araştırmacı değil, gezgin ruhumla burada bulunduğumu hatırlayıp, çevremde gördüğüm güzelliklerin tadını çıkarmaya devam edeyim en iyisi.
Ballestas adaları irili ufaklı 10 adadan oluşan oluşan bir doğal rezerv. Sayısını tahmin edemeyeceğiniz kadar kalabalık bir kuş popülasyonuna ev sahipliği yapıyor. Üstelik burası yalnızca kuşların değil, dev yengeçlerin, penguenlerin, deniz aslanlarının da huzur ve barış içinde bir arada yaşadığı bir cennet. Bu nedenle buraya Gallapagos adalarının küçüğü deniyor.
Adalara insan eli değmemiş. Bir başka değişle burada insana yönelik bir yaşam alanı yok, yapılamaz da. Adalara çıkmak yasak, yalnızca tekneden görebiliyorsunuz. Zaten çıkmak pek olanaklı da görünmüyor. Son derece dik. Tekneler her şeyi rahatlıkla görebileceğiniz biçimde yakınlaşıyor. Kokudan burnunuzun direğinin sızladığını söylememe gerek yok herhalde. O kokudan burnumuzun direğini sızlatan dışkılar ise tarım için öylesine değerli ki, burada bu dışkıları toplamak için bir tesis bile kurmuşlar. Yüz yıllardır Avrupa’ya ihraç edilen bu dışkılar Peru’nun en önemli gelir kaynaklarından biriymiş.
Biz gezmeye, diğer ada sakinleriyle tanışmaya devam edelim en iyisi.
Adada çok sayıda deniz aslanı var ve hepsi de birbirinden eğlenceli. Sanki konuk ağırlamaktan pek mutlu gibiler. Kimi sere sere yatmış, güneşin keyfini çıkarırken, kimi yüzüyor, bazı enerjisi fazla gelenler ise yaramaz çocuklar gibi kudurukluk yapıyor 🙂
Keşke biz “insanlar” da onlar kadar barış ve huzur içinde bir arada yaşayabilsek…
Kuşlarrrrrr… Sakın sen kuşlara uyma… Gel de Yaşar’ı anma 🙂
Ercaannn, nerdesiinnn???
Haber vermeden çekmesene arkadaşım! Ağzım, burnum yamuk çıkıyo 😛
Ballestas adalarına düzenlenen günü birlik tekne turları öğlen sona eriyor. Dolayısıyla günün ikinci yarısı için öngördüğünüz bir plan yoksa Paracas’da bir gün daha konaklamanın bir anlamı yok. Biz, hostel abiyle anlaşarak çıkış tarihimizi bir gün önceye aldık. Ve onlardan Huacachina’ya gitmek için yol hizmeti satın aldık. Planlamada yaptığımız bir hata sonucu bugün öğleden sonra Huacachina’ya gidip, akşam geri dönerek Paracas’da konaklamayı öngörmüştük. Ancak, Huacachina bir sonraki hedefimiz olan Nasca yolu üzerinde olduğundan geri dönmek son derece anlamsız olacaktı. Bu nedenle kişi başı 20 SOL ödeyerek Huacachina’ya tek yön hizmet veren tura katıldık. Yol, yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Köy gibi bir yerde iniyorsunuz ve birkaç metre ötenizde sizi bu manzara karşılıyor.

Huacachina, Ica şehrinde bulunan çölün ortasında bir vaha. Tıpkı masallardaki gibi. Uçsuz, bucaksız kum tepelerinin ortasında saklı bir cennet. 1940-50’li yıllarda Peru’nun zengin iş adamlarına tatillerini geçirdikleri, şehirden kaçıp sığındıkları bir sayfiye yeri olarak kullanılmış. Günümüze o dönemlerden yalnızca kapıları kilitli soyunma kabinleri kalmış.

1990’larda dünya turizmine kazandırılan bu saklı cennet gezginlerin de ilgi odağı. Çöl sıcağına karşın gölde sandalla gezmek, kumda kayak yapmak, gün batımı seyretmek ve bagy’lerle kum tepelerine tırmanıp, tam gaz yokuş aşağı inmek son derece keyifli aktiviteler. Daha ileriye varım derseniz uyku tulumunuzla gelip çölde konaklayabilir, gökyüzündeki milyonlarca yıldızdan birini tutup, düşlere dalabilirsiniz. Tabi bunun için çöl ayazını ve kertenkeleleri göze almalısınız.

Dünyanın neresine gitsem patili bir dostum peşime takılır. Dilimiz aynı olmasa da duygularımız aynı.

Bu gezide de ne çok çöle düşmek varmış arkadaş kaderimizde 😀
Bazı idealist gezginler manzara  uğruna kum tepelerinin en yüksek noktasına kadar tırmanmayı göze alsa da biz bu sıcakta bununla yetindik. Çölde bagy ile gezmek ise en çok tercih edilen eğlence. Ama biz onu da pek ilginç bulmadık. Kumda kayak yapmak kuşkusuz şahane bir eğlence olurdu ama onu da hiç kayak deneyimi olmayan biri olarak böylesi uzun soluklu bir gezide ve dünyanın bir ucunda göze alamadım.
Sıcak her saniye size çölde olduğunuzu hatırlatıyor. Korsan bir taksiye binip Ica şehir merkezine gittik. İlk işimiz terminale gidip akşam için Nasca otobüsüne bilet almak. Ica, oldukça büyük ve kalabalık bir şehir. Tuk tuklar şehir içi ulaşımın vazgeçilmezi. Trafik tam bir keşmekeş. Karşıdan karşıya geçerken yolun diğer tarafında hayatta olup olmadığınızı kontrol ediyorsunuz 🙂
Otogarda Soyuz firmasından Nasca biletlerimizi aldıktan sonra sırt çantalarımızı aynı firmanın kargo bölümüne emanet ediyoruz. Soyuz, buradaki en hesaplı otobüs firması diyebilirim. Bu koşullarda konfor beklemek anlamsız olur. Ancak, gideceğimiz yer 4-5 saatlik mesafe olduğundan, konfor göz ardı edilebilir. Soyuz, yarım saatte bir otobüs kaldırıyor Nasca’ya. Ica’da ufak bir keşif turu yapacak biçimde ayarladık sefer saatini.
Dolar bozdurmak için dolanırken rastladığımız Metro Market’ten akşam yemeğimizi de alıp marketin otoparkında bu ziyafetle kendimizi ödüllendirdik.
Soyuz, güvenlik açısından biraz zayıf olsa gerek ki, otobüse binerken bilet kontrolü yapan görevli sık sık el bagajlarımızı gözden uzaklaştırmamamızı salık veriyor. Otobüs ise bizim halk otobüslerinden farksız. Uzun yolculuklar için asla önermem. Ucuz etin yahnisi… Kısa yolda katlanılır. O halde Nasca’da yeni maceralarda görüşmek üzere diyelim 😉

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *